22 Ekim 2015 Perşembe

Salih HİLMİ



BEYAZ BULUT ÖZLEMİ

Bak şimdi sırtımdaki göğe
Bulanık tüm sema
Sıradağ bulutları kara mı kara
Yukarısı neden hep böyle zift?
Dostlar, durdurun melun akını
Dayayın merdivenleri göğe
Tutun kapkara salkım salkım bulutları
Halat atın gayri, çekin çekin
Alın fırçanızı, temizlik vaktidir kirli bulutları
Ağaçlar ne kadar dayanacak bu uğursuz yağmura?
Semayı mı delelim, feza ürkütücü
Ah feza, meteor yağmuru başlarsa ne acı!
Filozof seyret sen, bir bulutun üstünde ateşli göktaşlarını
Ağlar mısın insanlığımıza filozof, düşen her taşla?
Trajedi çağı yetişir, yeter!
Gamdan bulutlar yükünde ezildik, imdat Rabbena!
Bir dua bulutu püfür püfür kelime rüzgarlarıyla
Asılalım küreklere ey tayfa
Bir gök yolculuğu başlasın
Ey kara bulut dağıl
Tane tane yürek dumanı, yükselme devranıdır
Haydi can tayfa, rüzgar yükseliyor
Yükseliyor rüzgar püfür püfür
Dağıldı dağılacak kapkara kaskatı bulutlar
Müjde işte şurada,  güneşe yol açılıyor

A.Bahtiyar GÜNDÜZ


RÜZGÂR ENDİŞESİ

Sert esiyor şimdi öteden rüzgâr
Coğrafyamı kapladı bembeyaz kar

Bağlar budandı, gözler döndü köre
Nasıl devleşti ambardaki fare

Zihinler yakıldı oldu bir volkan
Göğü kaplıyor kopkoyu pis duman

Kayboldu duman ardında güneş
Arza yayıldı çabucak keşmekeş

Karışık ve bedbindir pek çok çehre
Rabbe niyazla gelecektir bir çare

Ruh penceresi olsa da buğulu
Yolcular son duraklardan umutlu

Tutmasın kalbi âtî endişesi
Duyulacak Hakkın dinmeyen sesi

Metehan FİDAN



HEP BİR BAŞKASI


Söz edepten ziyade bir servete iade,
Arsız hırsız değildi gülüşünden başkası,
Savaş telaş mantığı, bir efendi piyade,
Yol yorgunu keyifsiz, hayır hayır başkası,
Anladım ki kudretli, nefer hep bir başkası..

Galiba sen hastasın, bu aralar yastasın,
Gülüşünden anladım, gözlerin de başkası,
Bin lüzumsuz hikaye bir seferlik aşktasın,
Saklambaç oynuyorsun, gönül yerin başkası,
Her demde galip olsam, gaip hep bir başkası..

Özür dahi dileme, nedametin kaybolur,
Asaletin bozulur, olursun ya başkası,
Hikmet-i alâ derim, yaptıkların kaydolur,
Esaretin bilinir bilinmez de başkası,
Gururum fakir amma, hakir hep bir başkası..

Dilenci felaketi göremez de ezelden,
Kameri bölük bölük edemez mi başkası,
Sen uyumsuz nakarat, ben deryası gazelden,
Şarkılar söylemeden uyumaz mı başkası,
Vuslata kemen çaldım, kaldım hep bir başkası..

Tahayyül edemezsin, körpesin boyun yetmez,
Tahammül edemezsin büyüyorsa başkası,
Bu sabır dergahında kazdığın kuyu bitmez,
İhtilaf benim tamam, intizarın başkası,
Çektiğim cefa olsan, vefa hep bir başkası..

Tereddüt etmiyordun gözlerimden öyle mi,
Nerdesin söyle şimdi, saklında mı başkası,
Yol almıştı be çoktan batırdığın o gemi,
Mavisi mi eksildi, kendisi mi başkası,
Kalmamış tadın tuzun, yüzün hep bir başkası..

Yakışır elbet sana, yaraşır sana derler,
Söz eden mi yürekten, yöneten mi başkası,
Bir masum yalan dinler, helalinden mi terler,
Ömürlük ateş gibi tutuşur mu başkası,
Tabipler verem demiş, kerem hep bir başkası..

Söz verirken Allah’a, bir daha iyi düşün,
Dünyalıkta başkasın, dualarda başkası,
Bilirim ki devrana sığmayacak bu düşün,
Vuslat kalem kurutur, kaderinse başkası,
Olmaz deme sultanım, oluyormuş anladım,
Oluyormuş anladım ki hep bir başkası..


Abdülmecid ORHAN


HAKİKAT MAĞARASINA ÖVGÜ

Biz insanlar her şeyin sahibi olduk, fakat sık sık huzura hasret kaldık. Çağlar boyu su kenarlarından ormanın derinliklerine, çöl kumlarından dağların eteklerine, o dağların gizli ve karanlık bağrı mağaralara sığındık. Madde, olaylar ve insanlar sıktı hatta neredeyse boğdu bizi. Yeni bir diriliş belki de bir soluklanma istedik. Yavaşlamalı, tefekküre dalmalıydık. İşte bizi mağara bir anne karnı sessizliğiyle kendine çağırdı. Anne karnında dünyevi ihtiyaçlardan azade yaşayan insan, dünyaya gelince şaşırdı, korktu; ancak zamanla alıştı ve mağarayı andıran anne karnından ayrılıp kendini dünyaya kaptırdı. Sonraları mekan, zaman, eşya ve hadiseler bir kazanı andıran hayatta kişiyi pişirdikçe pişirdi. İnsan kurtulmak istedi bu dev kazandan. Fakat böyle bir imkanı yoktu, işte o zaman merkezden kenara yüzdü veya yürüdü. Bu kazanda merkezi seyrederken kaynayan, fokurdayan, rengi değiştikçe değişen insanları hatta insanlığı gördü. Üzüldü, parça parça oldu. Sonra evet sonra, oradan insanlığı seyreden mütefekkirler, ilim adamları, kalp insanları yahut peygamberler hayat kazanının kenarındaki mağaradan ayrılıp insanlığı kurtarmaya çabaladılar.

Mağara, gün ışığından yani hayatın aydınlığından soyutun derinliğine inme çabasının gösterildiği mekanlardı. Gözün, kulağın, dilin maddeye karşı sanki bir nevi oruç tutma yeri... Rengin, şeklin, sesin ve tatmanın sustuğu karanlığa hapsedildiği mahaldir, mağara. Orada her şey sanki durur, susar, neredeyse hiçliğe yaklaşılır, madde olarak sıfır yaşanmaya başlanır. Ancak gözler de manaya kapı aralar. Maddenin sert, belirsiz, her an parçalanabilir topraklarından belki de kıyılarından maneviyatın ucu bucağı belirsiz sularına kulaç atarsınız. Bu sular acaba sizi nereye götürecektir? Mağara adeta bir limandır, yüzmesini daha doğrusu hissetmesini bilene ne hazineler sunmaz ki? Ancak o denize açılmadan önce o denizlerde yüzmüş, derin yolculuklara çıkmış olanlara kulak verip mağaralara öyle girilmeli.

Yer altında veya bir dağın içindeki boşluklarda bulunan mağaralar, farklı biçimlerden oluşur. Karstik mağaralar kireç taşı, mermer, tuz gibi malzemelerden meydana gelip yer altı sularının zamanla bunları eritip şekil vermesiyle ortaya çıkar. Çölde sert esintilerle uçan toz tanecikleri, kayaları aşındıra aşındıra rüzgar mağaralarını tasarlar. Bazen devasa buz kütlelerinin içindeki sular, usul usul eriyip akışa geçer ve burada buzulla kaya arasında gepgeniş boşlukların oluşmasını sağlar. Kimi zaman patlayan volkanların lavları soğuduktan sonra içinde boşluklar meydana gelir ve zamanla mağaraya dönüşür, ancak bu tip mağaralarda zehirli gazlarla sıkça karşılaşıldığı için tehlikeli mekanlardır. Bazen denizlerdeki dalgalar dik kıyılara yüzyıllar boyu çarpa çarpa bu noktalarda mağaraların oluşmasına neden olur.

Bir mağaraya girildiğinde tümden karanlık ve ürkütücü olduğu düşünülmemeli. Giriş kısmı dış dünyayla pek çok yönüyle benzerlikler gösterirken alacakaranlık kısmında ışığın az olmasından dolayı çok az bitki yaşayabilmektedir. Karanlık kısma gelindiğinde ısı ve nemin neredeyse sabit kalıp katışıksız karanlığın hüküm sürdüğü bir bölgeye ulaştığınızı fark edersiniz. Mağarada yer altı sularının mağara tavanındaki bazı malzemeleri eritip yere doğru sarkıtmasıyla sarkıtlar, bu suların yere düşüp burada zamanla birikerek yukarı doğru yükselmesiyle dikitler ve bu iki şeklin zamanla birleşmesiyle sütunlar oluşmaktadır. Bazen kalsiyum karbonat yeraltı sularını eritip bünyesine katıp yüzeye sonra çıkar, belli bir zamanın ardından buralara çökelir, bunun neticesinde mağaranın içinde travertenlerin meydana geldiği fark edilir.    

Pek çok inanç dünyasında mağara bazen uyku, ölüm, diriliş, çile, korku, inziva ve ibadet gibi hususların remzi olagelmiştir. En eski destanlardan Sümerlerin Gılgamış’ında, hükümdar Gılgamış öbür dünyaya yer altından giderek orada uyuduğu ve sonra tekrar uyandığı anlatılır. Yunan destan kahramanlarından Zeus’un annesi Gaia bir mağaraya gizlendiğinden söz edilir. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde dinlerini yaşamaya ve yaymaya çalışan pek çok samimi Hıristiyan dönemin idaresi Romalıların zulmünden korunmak için mağaralara çekilip burada ibadetlerini yapmaya çalışırken bir yandan da yeni nesillere yeni dini öğretmeye çalışmışlardır İran’ın eski inançlarından Zerdüştlük’ün lideri Zerdüşt, manevi bir arınma ve mücadele için kutsal bir mağarada inzivaya girmiştir. Sabalan Dağı’nda yaklaşık yedi sene inzivada kalan Zerdüşt’ün en sonunda Ahura Mazda’ya ulaştığı rivayet edilir. Ruhsal bir aydınlanmanın peşinde olan ve sade bir hayatı talep eden Budist rahipler de mağaraları tercih etmişlerdir. Bu konuda en meşhur yer, Çin’de Mingsha Dağı eteklerinde yer alan Mogao mağaralarıdır. İpek Yolu üzerinde yer alan bu bölgeyi Lezun adında bir rahip altın ışıklar içinde pek çok Buda gördüğünü iddia edip burada bir mağara kazmasıyla her şey başlar. Zamanla başka Budistler de buraya gelip mağaralar kazar ve günümüzde beş yüz civarında mağara hala ayakta durmaktadır. Türk mitolojisinde de bereket ve yaratılış simgesi olan mağara hakkında Memlüklü dönemi Türk tarihçisi Aybek-üd Devâdârî ilginç bilgiler verir. “Ay Atam Efsanesi”nden söz eden tarihçi, Türklerin ilk atası Ay Ata’nın mağarada ortaya çıkması nedeniyle mağaranın “ana rahmi” görevi yaptığına inandıklarını söyler. Büyük Hun Devleti’nde hakan ve ülkenin ileri gelenleri Ata Mağarası’na gidip burada dini törenler yaparak atalara saygı göstermekteydi. Bu törenler Göktürk Devleti’nde de devam edegelmiştir. Orta Amerika kültüründe mağara, ürkütücü bir anlam barındırmaktadır. Mayalar, mağaraları su kaynağı olarak görürken Maya rahipleri buraları öte dünyaya giriş kapısı olarak düşünüyordu. Bundan dolayı küçük erkek çocukları tanrıları için kurban olarak seçip mağaralardaki içi su dolu çukurlara atıp tanrılarından bol yağmur ve bereketli topraklar istemekteydiler.

Üç hak dinin ortak atası Hz. İbrahim’in hayatında bir dönem mağaranın olduğu görülmekte. Rivayetlere göre, Keldan Kralı Nemrut bir rüya görür. Rüyasında bir erkek çocuğun dünyaya gelip bir zaman sonra tüm putları yerle bir ederek tüm hükümdarlığını ortadan kaldırmaktadır. Bu rüyanın ardından Nemrut, ülkede doğan tüm erkek çocukların öldürülmesini buyurur. Ancak Hz. İbrahim’in annesi, doğum vakti gelene dek bir mağaraya gizlenip çocuğunu burada dünyaya getirir ve yedi yaşına kadar kimselere fark ettirmeden onu yetiştirir. Makam-ı İbrahim denen bu bölge, şu anda Şanlıurfa’da en çok ziyaretçi toplayan yerlerden biridir. Mağara ile ilgili Kur’an-ı Kerim’de Kehf (mağara) suresinde Ashab-ı Kehf’ten söz edilmektedir. Yedi Uyurlar olarak bilinen bu kıssayı, Hıristiyan efsanelerinde ve Hint destanı Mahabarata farklı biçimlerde de olsa anlatmaktadır. Dünyanın farklı bölgelerinde otuzun üzerinde mağarada Yedi Uyurlar’dan söz edilmektedir. Kıssaya göre aristokrat veya idareci sınıftan yedi genç, o devrin fenalığından ve fitnelerinden kaçıp bir mağaraya çekilir. O dönemde devrin zalim hükümdarı Dakyanus inanç sahiplerini putperestliğe zorlayıp kurban kestirmekte, kabul etmeyenleri ise öldürmekteydi. Gençler hükümdara imanlarını haykırınca Dakyanus onlara üç gün süre verince onlar da bir mağaraya sığınmıştır. Yedi genç ve yanlarında bir köpek, bu mağarada üç yüz dokuz yıl uyurlar. Daha sonra İlahi bir biçimde uyanırlar, ancak birkaç gün uyuduklarını düşünmektedirler. Arkadaşlarından Yemliha şehre inip yiyecek getirmeye gider. Ancak şehir değişmiştir, birileri durumu fark ederek onu devrin hükümdarına götürür. Bu hükümdar gencin dinindendir, başlarından geçeni anlatır. Genç daha sonra arkadaşlarının yanına dönüp başından geçenleri onlara aktarır. Daha sonra tümü uykuya dalar ve hükümdar mağaranın ağzını kapatır.

Mağara olarak Hira mağarasının İslam aleminde yeri apayrıdır. Hz. Muhammed (asm), Ramazan ayı geldiğinde Nur Dağı’na gidip Hira mağarasında günlerce tefekküre dalardı. Tarih 610, Ramazan’ın yirmi altısı ve bin aydan hayırlı Kadir gecesidir. Hz. Cebrail burada Alak Suresi’nin ilk beş ayetini Efendimiz’e (asm) okur:"Oku yaratan Rabbinin adına ve O’nun adıyla! O, insanı rahim duvarına yapışan yapışkan bir maddeden yarattı. Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir. İnsana kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediklerini öğretti." Bundan böyle Hira mağarası, kutlu bir zamanın başlangıcına tanıktır. Aradan on iki yıl geçecek ve Mekkeliler Hz. Muhammed’i(asm) doğduğu diyardan çıkarıp peşlerine adamlar salmıştır.  Efendimiz (asm), Hz. Ebu Bekir’le Sevr mağarasına sığınmıştır. İşte mağaradaki halleri Tevbe suresi kırkıncı ayette şöyle tasvir edilir: "Eğer siz Peygamber'e yardımcı olmazsanız, Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi yine yardım eder. Hani kafirler onu Mekke’den çıkardıklarında, iki kişiden biri olarak mağarada iken arkadaşına:’Sen hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Derken Allah onun üzerine sekinetini, huzur ve güven duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi. Kafirlerin davasını alçalttı.”

Yirminci asrın başlarında Bediüzzaman Said Nursi, İstiklal Harbi’nin ardından siyasetten ve toplumsal hayattan uzaklaşıp Van’ın Erek Dağı eteklerine gider. Zernebad suyu başında bir mağarada kalıp talebe yetiştirerek iman hizmetine kendini adamıştır. Ancak devrin siyasileri onu buradan alıp Barla’ya sürgüne gönderir. Bediüzzaman, bu yeni mekanı daha ihlaslı görmüş ve adeta sürgün rahmete dönmüştür. Barla için şunları söyler:”Rusya’da esarette iken niyet ettim ve niyaz ettim ki, âhir ömrümde bir mağaraya çekileyim. Erhamürrâhimîn bana Barla’yı o mağara yaptı, mağara faidesini verdi. Fakat sıkıntılı mağara zahmetini, zaîf vücuduma yüklemedi.” Burada Risale-i Nur’ları yazmaya başlayan Üstad, Barla’yı kendine manevi bir mağara yaparak devasa bir iman hizmetinin programını hazırlamıştır.

Mağara denilince Yunan filozof Eflatun’un Devlet adlı eserindeki alegoriyi hatırlamamak olmaz. Eflatun, bir mağarada ayaklarından, ellerinden ve boyunlarından zincirlenerek çocukluklarından bu yana hiç hareket etmeden karşılarındaki duvarı izleyen insanları anlatır. Arkalarında bir ateş yanmaktadır ve mağaranın ağzından gelip geçenlerin yansımaları bu ateş aracılığı ile duvara akseder. Zincirlenmiş kişiler bu yansımaları seyredip arkalarından gelen seslere manalar yükleyerek hayatı böyle yaşamaktadırlar. Fakat bu mahpuslardan biri zincirlerinden kurtulup ışığa ulaşınca hayatın hakiki anlamını fark edecektir. Dışarı çıkıp aydınlığa karışan mahpus, bu ilk çıkışta güçlük yaşayıp meşakkat çekse de gelip geçici bir haldir. Zamanla gözleri alışan mahpus, gördüğü dünyayı mağaradakilere de anlatmak isteyip zincirlerini kırmaları için onları teşvik edecektir. İşte burada filozofların, aydınların, düşünürlerin büyük dramı, trajedisi yahut zaferi ortaya çıkacaktır. Bazı insanlar mağaradan çıkan bu insana kulak verip ışığa yönelerek kendini gerçekleştirmeye çalışırken bazısı da karanlığa, esarete devam eder. Çünkü esirliğin başka bir tadı, rahatlığı vardır ve kişi bunları bırakamaz. Bazı kişilerin de ışığa bakması için cesareti olmalıdır. İşte herkes bu cesareti gösteremez, hakiki aydınlar ve düşünürler müstesna…

Çağımız insanı mağaranın geçmişte kaldığını vehmetse de gerçek bunu söylememekte. Zaman; renkleri, tatları, şekilleri, duyguları, nesneleri değiştirip mekanlarda oynamalar yaparken mağaraları unutmadı. Etrafımıza baktığımızda dağları andıran koca binalardaki evler, ofisler günümüz insanı için tezyin edilip mağaranın yeniden sunuluşu değil midir? Metrolarda, devasa AVM’lerde, tünellerde, yeraltındaki işyerlerinde hayatın hayhuyunda kaybolan insanlar, sterilize edilen modern mağaralarda durmuyor mu? İnsan ister eski zaman mağaralarını kendine iskan etsin ister günümüzün şaşalı mağaralarını neticede o mağara elbet yıkılıp gidecektir. Ne diyordu Şair Eşref :”Cihâna sığmamışken bir mezara sığdı İskender / Varıp baksan o da şimdi yıkık bir gâra (mağara) dönmüştür”

Ali KARTAL


FIRTINA 

Nedir içimden kopan bu fırtına
Korkuyorum şimşeğimden şimdilerde
Kalbimde kesik, eski bir hatıra
Dolaşıyorum cennetimin bağlarında

Kırık bir umut derinden yarına
Yarını hem neden sensiz arıyorum
Kabul olsun diye bazen duama
Ruhuma gözyaşımı katıyorum