HAKİKAT
MAĞARASINA ÖVGÜ
Biz insanlar
her şeyin sahibi olduk, fakat sık sık huzura hasret kaldık. Çağlar boyu su
kenarlarından ormanın derinliklerine, çöl kumlarından dağların eteklerine, o
dağların gizli ve karanlık bağrı mağaralara sığındık. Madde, olaylar ve
insanlar sıktı hatta neredeyse boğdu bizi. Yeni bir diriliş belki de bir soluklanma
istedik. Yavaşlamalı, tefekküre dalmalıydık. İşte bizi mağara bir anne karnı
sessizliğiyle kendine çağırdı. Anne karnında dünyevi ihtiyaçlardan azade
yaşayan insan, dünyaya gelince şaşırdı, korktu; ancak zamanla alıştı ve
mağarayı andıran anne karnından ayrılıp kendini dünyaya kaptırdı. Sonraları
mekan, zaman, eşya ve hadiseler bir kazanı andıran hayatta kişiyi pişirdikçe
pişirdi. İnsan kurtulmak istedi bu dev kazandan. Fakat böyle bir imkanı yoktu,
işte o zaman merkezden kenara yüzdü veya yürüdü. Bu kazanda merkezi seyrederken
kaynayan, fokurdayan, rengi değiştikçe değişen insanları hatta insanlığı gördü.
Üzüldü, parça parça oldu. Sonra evet sonra, oradan insanlığı seyreden
mütefekkirler, ilim adamları, kalp insanları yahut peygamberler hayat kazanının
kenarındaki mağaradan ayrılıp insanlığı kurtarmaya çabaladılar.
Mağara, gün
ışığından yani hayatın aydınlığından soyutun derinliğine inme çabasının
gösterildiği mekanlardı. Gözün, kulağın, dilin maddeye karşı sanki bir nevi
oruç tutma yeri... Rengin, şeklin, sesin ve tatmanın sustuğu karanlığa
hapsedildiği mahaldir, mağara. Orada her şey sanki durur, susar, neredeyse
hiçliğe yaklaşılır, madde olarak sıfır yaşanmaya başlanır. Ancak gözler de
manaya kapı aralar. Maddenin sert, belirsiz, her an parçalanabilir
topraklarından belki de kıyılarından maneviyatın ucu bucağı belirsiz sularına
kulaç atarsınız. Bu sular acaba sizi nereye götürecektir? Mağara adeta bir
limandır, yüzmesini daha doğrusu hissetmesini bilene ne hazineler sunmaz ki?
Ancak o denize açılmadan önce o denizlerde yüzmüş, derin yolculuklara çıkmış
olanlara kulak verip mağaralara öyle girilmeli.
Yer altında
veya bir dağın içindeki boşluklarda bulunan mağaralar, farklı biçimlerden
oluşur. Karstik mağaralar kireç taşı, mermer, tuz gibi malzemelerden meydana
gelip yer altı sularının zamanla bunları eritip şekil vermesiyle ortaya çıkar.
Çölde sert esintilerle uçan toz tanecikleri, kayaları aşındıra aşındıra rüzgar
mağaralarını tasarlar. Bazen devasa buz kütlelerinin içindeki sular, usul usul
eriyip akışa geçer ve burada buzulla kaya arasında gepgeniş boşlukların
oluşmasını sağlar. Kimi zaman patlayan volkanların lavları soğuduktan sonra içinde
boşluklar meydana gelir ve zamanla mağaraya dönüşür, ancak bu tip mağaralarda
zehirli gazlarla sıkça karşılaşıldığı için tehlikeli mekanlardır. Bazen
denizlerdeki dalgalar dik kıyılara yüzyıllar boyu çarpa çarpa bu noktalarda
mağaraların oluşmasına neden olur.
Bir mağaraya
girildiğinde tümden karanlık ve ürkütücü olduğu düşünülmemeli. Giriş kısmı dış
dünyayla pek çok yönüyle benzerlikler gösterirken alacakaranlık kısmında ışığın
az olmasından dolayı çok az bitki yaşayabilmektedir. Karanlık kısma gelindiğinde
ısı ve nemin neredeyse sabit kalıp katışıksız karanlığın hüküm sürdüğü bir
bölgeye ulaştığınızı fark edersiniz. Mağarada yer altı sularının mağara
tavanındaki bazı malzemeleri eritip yere doğru sarkıtmasıyla sarkıtlar, bu
suların yere düşüp burada zamanla birikerek yukarı doğru yükselmesiyle dikitler
ve bu iki şeklin zamanla birleşmesiyle sütunlar oluşmaktadır. Bazen kalsiyum
karbonat yeraltı sularını eritip bünyesine katıp yüzeye sonra çıkar, belli bir
zamanın ardından buralara çökelir, bunun neticesinde mağaranın içinde
travertenlerin meydana geldiği fark edilir.
Pek çok inanç dünyasında mağara bazen
uyku, ölüm, diriliş, çile, korku, inziva ve ibadet gibi hususların remzi
olagelmiştir. En eski destanlardan Sümerlerin Gılgamış’ında, hükümdar Gılgamış
öbür dünyaya yer altından giderek orada uyuduğu ve sonra tekrar uyandığı
anlatılır. Yunan destan kahramanlarından Zeus’un
annesi Gaia bir mağaraya gizlendiğinden söz edilir. Hıristiyanlığın ilk
dönemlerinde dinlerini yaşamaya ve yaymaya çalışan pek çok samimi Hıristiyan
dönemin idaresi Romalıların zulmünden korunmak için mağaralara çekilip burada
ibadetlerini yapmaya çalışırken bir yandan da yeni nesillere yeni dini
öğretmeye çalışmışlardır İran’ın eski inançlarından Zerdüştlük’ün
lideri Zerdüşt, manevi bir arınma ve mücadele için kutsal bir mağarada inzivaya
girmiştir. Sabalan Dağı’nda yaklaşık yedi sene inzivada kalan Zerdüşt’ün en
sonunda Ahura Mazda’ya ulaştığı rivayet edilir. Ruhsal bir
aydınlanmanın peşinde olan ve sade bir hayatı talep eden Budist rahipler de
mağaraları tercih etmişlerdir. Bu konuda en meşhur yer, Çin’de Mingsha Dağı
eteklerinde yer alan Mogao mağaralarıdır. İpek Yolu üzerinde yer alan bu
bölgeyi Lezun adında bir rahip altın ışıklar içinde pek çok Buda gördüğünü
iddia edip burada bir mağara kazmasıyla her şey başlar. Zamanla başka Budistler
de buraya gelip mağaralar kazar ve günümüzde beş yüz civarında mağara hala
ayakta durmaktadır. Türk mitolojisinde de bereket ve yaratılış simgesi olan
mağara hakkında Memlüklü dönemi Türk tarihçisi Aybek-üd Devâdârî ilginç
bilgiler verir. “Ay Atam Efsanesi”nden söz eden tarihçi, Türklerin ilk atası Ay
Ata’nın mağarada ortaya çıkması nedeniyle mağaranın “ana rahmi” görevi
yaptığına inandıklarını söyler. Büyük Hun Devleti’nde hakan ve ülkenin ileri
gelenleri Ata Mağarası’na gidip burada dini törenler yaparak atalara saygı
göstermekteydi. Bu törenler Göktürk Devleti’nde de devam edegelmiştir. Orta
Amerika kültüründe mağara, ürkütücü bir anlam barındırmaktadır. Mayalar,
mağaraları su kaynağı olarak görürken Maya rahipleri buraları öte dünyaya
giriş kapısı olarak düşünüyordu. Bundan dolayı küçük erkek çocukları tanrıları
için kurban olarak seçip mağaralardaki içi su dolu çukurlara atıp tanrılarından
bol yağmur ve bereketli topraklar istemekteydiler.
Üç hak dinin ortak atası Hz. İbrahim’in
hayatında bir dönem mağaranın olduğu görülmekte. Rivayetlere göre, Keldan Kralı
Nemrut bir rüya görür. Rüyasında bir erkek çocuğun dünyaya gelip bir zaman
sonra tüm putları yerle bir ederek tüm hükümdarlığını ortadan kaldırmaktadır.
Bu rüyanın ardından Nemrut, ülkede doğan tüm erkek çocukların öldürülmesini
buyurur. Ancak Hz. İbrahim’in annesi, doğum vakti gelene dek bir mağaraya
gizlenip çocuğunu burada dünyaya getirir ve yedi yaşına kadar kimselere fark
ettirmeden onu yetiştirir. Makam-ı İbrahim denen bu bölge, şu anda Şanlıurfa’da
en çok ziyaretçi toplayan yerlerden biridir. Mağara ile ilgili Kur’an-ı
Kerim’de Kehf (mağara) suresinde Ashab-ı Kehf’ten söz edilmektedir. Yedi
Uyurlar olarak bilinen bu kıssayı, Hıristiyan efsanelerinde ve Hint destanı Mahabarata
farklı biçimlerde de olsa anlatmaktadır. Dünyanın farklı bölgelerinde otuzun
üzerinde mağarada Yedi Uyurlar’dan söz edilmektedir. Kıssaya göre aristokrat
veya idareci sınıftan yedi genç, o devrin fenalığından ve fitnelerinden kaçıp
bir mağaraya çekilir. O dönemde devrin zalim hükümdarı Dakyanus inanç
sahiplerini putperestliğe zorlayıp kurban kestirmekte, kabul etmeyenleri ise öldürmekteydi.
Gençler hükümdara imanlarını haykırınca Dakyanus onlara üç gün süre verince
onlar da bir mağaraya sığınmıştır. Yedi genç ve yanlarında bir köpek, bu
mağarada üç yüz dokuz yıl uyurlar. Daha sonra İlahi bir biçimde uyanırlar,
ancak birkaç gün uyuduklarını düşünmektedirler. Arkadaşlarından Yemliha şehre
inip yiyecek getirmeye gider. Ancak şehir değişmiştir, birileri durumu fark
ederek onu devrin hükümdarına götürür. Bu hükümdar gencin dinindendir,
başlarından geçeni anlatır. Genç daha sonra arkadaşlarının yanına dönüp
başından geçenleri onlara aktarır. Daha sonra tümü uykuya dalar ve hükümdar
mağaranın ağzını kapatır.
Mağara
olarak Hira mağarasının İslam aleminde yeri apayrıdır. Hz. Muhammed (asm),
Ramazan ayı geldiğinde Nur Dağı’na gidip Hira mağarasında günlerce tefekküre
dalardı. Tarih 610, Ramazan’ın yirmi altısı ve bin aydan hayırlı Kadir
gecesidir. Hz. Cebrail burada Alak Suresi’nin ilk beş ayetini Efendimiz’e (asm)
okur:"Oku
yaratan Rabbinin adına ve O’nun adıyla! O, insanı rahim duvarına yapışan yapışkan
bir maddeden yarattı. Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir. İnsana kalemle
yazmayı öğretti. İnsana bilmediklerini öğretti." Bundan böyle Hira mağarası,
kutlu bir zamanın başlangıcına tanıktır. Aradan on iki yıl geçecek ve
Mekkeliler Hz. Muhammed’i(asm) doğduğu diyardan çıkarıp peşlerine
adamlar salmıştır. Efendimiz (asm), Hz.
Ebu Bekir’le Sevr mağarasına sığınmıştır. İşte mağaradaki halleri Tevbe suresi
kırkıncı ayette şöyle tasvir edilir: "Eğer siz Peygamber'e yardımcı olmazsanız, Allah vaktiyle ona yardım
ettiği gibi yine yardım eder. Hani kafirler onu Mekke’den çıkardıklarında, iki
kişiden biri
olarak mağarada iken arkadaşına:’Sen hiç tasalanma, zira Allah bizimle
beraberdir’ diyordu. Derken Allah onun üzerine sekinetini, huzur ve güven
duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi. Kafirlerin
davasını alçalttı.”
Yirminci asrın başlarında Bediüzzaman Said Nursi, İstiklal
Harbi’nin ardından siyasetten ve toplumsal hayattan uzaklaşıp Van’ın Erek Dağı
eteklerine gider. Zernebad suyu başında bir mağarada kalıp talebe yetiştirerek
iman hizmetine kendini adamıştır. Ancak devrin siyasileri onu buradan alıp
Barla’ya sürgüne gönderir. Bediüzzaman, bu yeni mekanı daha ihlaslı görmüş ve
adeta sürgün rahmete dönmüştür. Barla için şunları
söyler:”Rusya’da esarette iken niyet ettim ve niyaz ettim ki, âhir ömrümde bir
mağaraya çekileyim. Erhamürrâhimîn bana Barla’yı o mağara yaptı, mağara
faidesini verdi. Fakat sıkıntılı mağara zahmetini, zaîf vücuduma yüklemedi.”
Burada Risale-i Nur’ları yazmaya başlayan Üstad, Barla’yı kendine
manevi bir mağara yaparak devasa bir iman hizmetinin programını hazırlamıştır.
Mağara denilince Yunan filozof Eflatun’un Devlet adlı eserindeki
alegoriyi hatırlamamak olmaz. Eflatun, bir mağarada ayaklarından, ellerinden ve
boyunlarından zincirlenerek çocukluklarından bu yana hiç hareket etmeden
karşılarındaki duvarı izleyen insanları anlatır. Arkalarında bir ateş
yanmaktadır ve mağaranın ağzından gelip geçenlerin yansımaları bu ateş
aracılığı ile duvara akseder. Zincirlenmiş kişiler bu yansımaları seyredip
arkalarından gelen seslere manalar yükleyerek hayatı böyle yaşamaktadırlar.
Fakat bu mahpuslardan biri zincirlerinden kurtulup ışığa ulaşınca hayatın
hakiki anlamını fark edecektir. Dışarı çıkıp aydınlığa karışan mahpus, bu ilk
çıkışta güçlük yaşayıp meşakkat çekse de gelip geçici bir haldir. Zamanla
gözleri alışan mahpus, gördüğü dünyayı mağaradakilere de anlatmak isteyip
zincirlerini kırmaları için onları teşvik edecektir. İşte burada filozofların,
aydınların, düşünürlerin büyük dramı, trajedisi yahut zaferi ortaya çıkacaktır.
Bazı insanlar mağaradan çıkan bu insana kulak verip ışığa yönelerek kendini
gerçekleştirmeye çalışırken bazısı da karanlığa, esarete devam eder. Çünkü
esirliğin başka bir tadı, rahatlığı vardır ve kişi bunları bırakamaz. Bazı
kişilerin de ışığa bakması için cesareti olmalıdır. İşte herkes bu cesareti
gösteremez, hakiki aydınlar ve düşünürler müstesna…
Çağımız insanı mağaranın geçmişte kaldığını vehmetse de
gerçek bunu söylememekte. Zaman; renkleri, tatları, şekilleri, duyguları,
nesneleri değiştirip mekanlarda oynamalar yaparken mağaraları unutmadı.
Etrafımıza baktığımızda dağları andıran koca binalardaki evler, ofisler günümüz
insanı için tezyin edilip mağaranın yeniden sunuluşu değil midir? Metrolarda, devasa
AVM’lerde, tünellerde, yeraltındaki işyerlerinde hayatın hayhuyunda kaybolan
insanlar, sterilize edilen modern mağaralarda durmuyor mu? İnsan ister eski
zaman mağaralarını kendine iskan etsin ister günümüzün şaşalı mağaralarını
neticede o mağara elbet yıkılıp gidecektir. Ne diyordu Şair Eşref :”Cihâna
sığmamışken bir mezara sığdı İskender / Varıp baksan o da şimdi yıkık bir gâra
(mağara) dönmüştür”