9 Nisan 2015 Perşembe

Salih HİLMİ




Nisan Çağrısı

Nisan çiçek zamanı
Mor gri kurşun bulut akını
Katman katman bulut sabahları
Yağmurun tatlı telaşı tabiatta

Kent ya da metropol küskün nisana
Bulut akını depresyon saati
3.sınıf şiir ilhamları yağsın ruhlara
Yeniden yeniden demlensin mısralar

Orman, ağaç içinde diriliş şahitliği
Suyun sakin ama gürül akışı

Betonda donma ve tükeniş gerçeği
Asfaltın ağını yaydıkça yayması

Nisan insanı hep çocukluğa çağıracak

Nisan insanı hep boşluğa bırakacak

Said AKÇAĞ

DENEME ÜZERİNE

Bu benim ne ilk denemem ya da son deneyişimdi. Deneyim kazanmak denemelerim için bir başlangıçtı, tıpkı şu an gibi. Şu anımız, geçiyor ve ”anı”sı kalıyor sadece. Evet, kalan sadece anı. Hatırlayacağımız, duyacağımız, dillendireceğimiz, denemelerimizden bize kalan silinmiş anılardan bahsediyorum. Onlar bizi yakınımızdaki ırağa götürür. Gösterir bize o geçen geçmişi. Küçük kasabaların büyük kasaplarını; hırsızların planını hesaplarını gösterir. Yok, hayır geçmişe dönmemeli miyiz? Böyle kötü şeylerle bir daha karşılaşmak mı? Evet dostum,  X-Men kompleksi beni korkutan. “Geçmiş günler gelecek” denmesi. O zaman bazı şeyler anılmamalı dostum. Yoksa geçmişe bakıp ye'se kapılmak; beni de seni de Akif’i de üzer. Peki, geçmişle bağ kur diyenler nerde; onlar bizi geçmişe bağlı olmayı nasıl anlattı? Bir asırdır çıkamadığımız bu sendromu, nasıl çözeceğimizi anlatamadılar mı, anlatmadılar mı? Korkuyorlar mıydı cahiller miydi? Aslında bunlara intelijansiyanın bir üyesi şöyle cevap veriyor: 'Tarihten ders alınmaz ibret alınır.' deneyim’i derste kazanırsın dostum. Denemelerin için. Tabii bu da sana ders olsun.

M. Sena ERDEM

MÜMKÜN

Mümkün: Peki yaşam! Niçin geldiniz bu çukura?
Niçin örgün duvar hapisleri yatmaktasınız?
Hem de kendi hür iradenizle, yani
Özgür?
Bir – takım gereklilikler beyim. Biz büyük romancı, büyük şair, büyük eskiciler, büyük çöpçüler, büyük kasaplar, büyük büyükler ve en büyükler; fakat dağ daha büyük
( Tek nefeste,
büyük nefeste )
Demem o ki, var git İnmeee! Aşağısı su gibi, içine alıp gün çalan batak gibi, etini canlı koparıp kan akan ayı gibi; hem de yalan varken git Yol geçmezse zaman geçer git ki…
( Ölüm sizi en büyük istek üzre
yakalarmış. Rahmetli kan bağımlı
 adem der idi. Gitmemi istemiş olacak.
 Ben ise gidemem. Çünkü bir takım
 gereklilikler…)
-Yani diyorum ki, dağı biz yaptık maviyi de ineklerimizin göğü seyreden enselerinden sağdık. Çakallarımıza yedirdik onlar ise duvarı hamile bıraktı. Doğan taşlara mavi kustu, taşlar gençti ve toydu, kusulanları doğa olsa yerdi… İlginç!
Soru soran bey! Bunlar soru değil! Biz kastettiğiniz dilleri anlamaz, bilmeyiz. Yani ölüm dağdır. Dağ uyur, biz uyumayız. Rüzgar nereden gelir peki?
Mümkün suale muhatap olunca, maruz kalmış demektir ya kaçar ya lafı değiştirir. Mümkün olan hadisat suale aşina değildir.
 “Ya tepelerdeki insan? İnsan mı anlar? Niçin mahkumları öldürürler?”
Öldür-mez-ler! Öldürdüler… Yani her çıkanı öldürüp, gözlerini oyup, başlarını aşağı yuvarladılar fakat herkesi öldürecekler demek değil. Biz mi mahpustayız, onlar mı öldürmeye mahkum?
Suç ve suçlu var olacaksa evrende. Al sana ey Mümkün bu bir oraktır; ve şimdi omuz başından kalbine saplanmaktadır.
“Niçin? ve Nas…”
Bir takım gereklilikler
( Mümkün Nas demiştir, yani insan, insanlar.En “çok” isteğiyle ölmüştür. İnsan mıdır ki
Mümkün, mümkün müdür insan?)


Muharrem ÇELİK

MEZAR TAPUSU

İki söz:
Mezarımı derin de kazın...
Dünyada mekân ahrette iman.
Zaman, mekân içerisinde anlam kazanıyor. Zaman noktasında sıkıntımız derdimiz bir endişemiz bulunmamakta. Bol kepçe kullanıyoruz. Ya her şeye zamanımız var ya da hiçbir şeye zamanımız yok.
Son günlerde esas mesele mekânda sanki. Git gide mekânın bir nevi modasında dönüşüm gözlemleniyor gibi. Günümüz “ülkem” insanında ileri derecede toprağa bağlılık arzusu var imiş.
Şimdilerde bazı şehirlerde ölmeden önce mezar yerlerini satın alma telaşı başlamış. Hem de yüksek fiyatlara. Birkaç metrekarelik mezarın fiyatı ne kadar olabilir ki? Bence hiç araştırmayın. Moraliniz bozulabilir. – Ey garip gureba, şöyle huzur içinde ölemeyeceksin herhalde. Ne dünyada rahat ettin ne de mezarında rahat yüzü gördün, ey fukara! - Araba fiyatına mezar yerleri var. Hem de sıradan şehirlerde sıradan yerlerde. İnsanın aklına gelmiyor değil: Bu mezarlık arsalarının komisyoncusu, alsatçısı var mıdır?
Bana böyle bir mezar yeri teklifi geldi. Mezar fiyatları artmadan mezar yerimizi alalım diye. Ürktüm. Ölümün soğuk yüzüne sanki dokunmuş gibi oldum. Tabi almadım. Belki yanlış yaptım. Belki de o mezarlık çok primlenecek ve oraya gömülmek hayal olacak!!!
Eskiden de var mıydı bu işler böylesine? Mezar komşusuna dikkat edenleri görmüştüm. Dualarında temiz, imanlı, mezar komşularını yanına gömülmeyi niyaz edenleri duymuştum. Hala buna öylesine dikkat ediliyor mu bilemiyorum.
Peki, bu işler nasıl olmalı? İnsan ölünce her şey spontane gelişmeli ve öylece gömülmeli. Çocukları, anne babasına son vazifelerini yapmalı.
Saat 3’te mezar tapusu almaya gidecekler. Vücudunda buz yürüyormuş gibi bir duygu. Ne diyelim: Allah sağlık, afiyet, uzun ömürler versin.

N’eylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerede nasıl kaç yaşında
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında.

                               Cahit Sıtkı

Abdülmecid ORHAN

TAKVİMLER
Ta karşımda, yapraksız,
Kullanılmış bir takvim…
                Necip Fazıl

Suskun takvimler, zamanın yorgun argın ya da alelacele gidişinin işareti.
Her yeni takvim vurdumduymaz bir duvarda yaprak yaprak azalmayı bekler. Ancak talihsizdir takvimler. Kum saati, tanelerini usul usul akıtıp azaltırken başka bir zamanda yeniden dirilir. Takvimler parça parça yiter ve kendini bilmediği bir sona hazırlar.

Zamanın başka parametreleri de vardır, saat gibi. Belli bir döngüyle işlerini ciddiyetle yapan saatte bir eksilme, azalma görülmez. Gece ve gündüz zamanın bir başka göstergesi. Sarkaçlı saat gibi gelir, gider. Hiç şaşmadan bu vazifeyi dünya kuruldu kurulalı sürdürürler. Mevsimler göçmen kuşlar misali dünyamızda dolaşırken sanki üçerli bir koroyu oluşturur. Koro farklı farklı makamlarda nağmelerini terennüm eder. Sanki Allah bizi canlı bir makinede yaşatıyor ve sisteme dışarıdan somut bir müdahale olmadan hayat devam ediyor.

Takvimler üç yüz altmış beş yapraklı ruhsuz bir yüzeye asılı kitapları andırır ya da zamanın kağıda dönüşmüş halini. Her gün takvimden bir yaprak koparılırken aslında somutlaşan zaman azaltılır. Eğer eski bir yaprak varsa duvarda içimiz rahat etmez. Veda etmiş bir günü gösteriyordur ve değişmelidir. Yılların çabucak geçip gittiğinden şikayetçi olan, takvimle zamanı azalttığından bihaber gibidir.
Ağaç yaprakları misali dağilıp giden takvim sayfalarının bazısı kendine bir kitap arası, dolap köşesi veya çekmece içi bulur. Yıllar sonra karşınıza çıkıverince de ona bakakalırsınız. Sonra tarihi gözünüze çarpar. Dıranas’ın Olvido’sundaki  ”Unutuşun o tunç kapısını zorlar” zihninize esmeye başlar. Sanki bir eski zaman fotoğrafı karşınızdadır. Kaybolup giden o vakitlerde ne yapıyor ve kimlerle idiniz? Anıların kokusu dolarken odanıza bir ağırlık ruhunuzu kaplar. Hele üzerinde bir iki not da eklemişseniz kıyamazsınız takvim yaprağına. Usul usul bırakırsınız kitabın arasına. O kitaptan bir parçadır sanki. Ancak yetim bir sayfa. Yetim de olsa kitap onu bağrına basmıştır.

Şimdilerde takvimler, eski ilgiyi görmese de bazı kitapçılarda cami önlerinde meraklılarına göz kırpıyor. Yeni zamanın çocukları telefonda, bilgisayarda, dijital saatlerde takvime baksa da hayal gibi kaybolup gidiyor zaman. Hiçbir iz bırakmıyor yarına. İnsan anlamıyor hayatın geçip gittiğini. İşte burada Ahmet Hamdi “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında / Yekpare geniş bir anın / Parçalanmış akışında” mısralarını hatırlıyoruz. Zamanın içinde olduğunu anlasa da insan onu parçalayıp kendi lehine çeviremeyince eriyip gidiyor sonsuzluk denizinde.
Takvimler, rüzgar gibi uçuşan günlerin hiç olmazsa bir kısmını yakalayıp üzerinde düşünmemizi sağlıyor. “Büyülenmiş bir ceylan gibi bakıyor zaman / Sessizlik dökülüyor bir yerde yaprak yaprak” derken Tanpınar, zamanı ceylan gibi yakalayacağımıza imada bulunuyor olmasın.

Geçmiş zamanın penceresi olan her takvim yaprağı; yeni nesillerce hor görülüp bir kenara itilse de bazımız için hayatın bir tanığı, bir belgesi olmayı sürdürecektir.