18 Haziran 2015 Perşembe

Salih HİLMİ


MATADOR

Künyesiz küpler taşmaya, çatlamaya mahkum.
Hantal enfarktüs geçiren her dev yıkılır.
Yarasa körlüğüne tutulmuşsa kaplumbağa,
Küfesini sırtlanıp hazan nağmeleri söylesin.
Azm u cehd etmezse onca tepeyi nasıl aşar?

Matadorlar iri boğayı hiddetlendirsin bir kızıl pelerinle.
Anut ve kindar boğanın termostatı çatlayınca,
Ey matador efendi, kendine manzaralı bir mezar kaz.
Panoramik olsun her yanı gör, gör ki için tutuşsun.
Lakırdı yılanların, volkan göllerinde serinlesin.

İbişlerin kalem kamçısı, kenarın dilberine sade tokadır.
Oportünist kıravatçı, ceket rengi seçme provasında.
Kemik iliği müptelaları, teşkilat ağlarıyla düğümlü.
Tahsildar figan dinlemez, masuma musallattır artık.
Etvarı çekingen, yüreği fokur fokurdur haraççının.

Hannaslar, iftira şampanyaları ile mest u humar.
Sarhoşluğun doruğuna çıktıkça inişleri muamma
Gâbî rakkaslar, her gece sara nöbetinde.
Husema, grafit haritaları çizerken sabah akşam
Mağmum yürekler Huda'ya dua nevbetinde.

  

Metehan FİDAN



BULAMADIM

Sen başıma gelen en tatlı günah
Söyle nârımda çektin mi bir gün ah
Mevsimin yaban gülü deyince bir ah!
Bulutlara ibret diye yaş bulamadım...

Sana bir tatlı tuzlu ben yadigar
Emin ol iki gözüm nefse payidar
Okuduğun iki felak ne de manidar
Hıçkıracak telim diye saz bulamadım...

Kör kütük savaşımın asıl galibi
Yok mu başa bela gönül talibi
Kim aşkıma kıdemsiz korkak salibi
Sana eş olacak leş bulamadım...

Dua et yanında yok bir müşiri
Sabır kanat kırılmadan yazar aşiri
Yüzlük velinimetinin varlık taşiri
Fakir kalan ömürlüğe pul bulamadım...


Abdülmecid ORHAN




SÜPÜRGE

Çeşitli bitki dallarından bilhassa süpürgeotunun çalılarından yapılan bir temizlik aracıdır süpürge. Fundagiller grubuna giren süpürgeotu, işlenmemiş topraklar üzerinde yetişmekte. Bazı rivayetlerde tohumunun Arjantin’den Yugoslavya’ya getirildiği ve oradan da Musevi vatandaşların ülkemizde yaygınlaştırıp süpürgecilik mesleğini bir kazanç sektörü haline getirdiği anlatılmaktadır. Günümüz evlerinde kûşe-i uzletini elektrikli süpürgelere terk eden süpürge, modern çağın cihazlarına karşı aramızdan ayrılmayı şimdilik kabullenmiş gibidir. Evlerden kovulmuş olsa da hala apartmanların, balkonların bir köşesinde sığıntı olarak varlığını hissettirmektedir. Ancak burada da naylon ve plastik fırçaların tehditlerine de boyun eğmeye başladığını hatırlatalım.

Elli yıl önce Edirne’de üç yüz süpürge ustasından bahsedilirken günümüzde beş on kişi kaybolmaya yüz tutan bu ata mesleğini isteksizce sürdürmektedir. Eski zamanlarda süpürgeciler, kendi hanlarında ufak bir dükkânla üretime katkıda bulunurdu. Yaprağından ve tohumundan temizlenen çalıları süpürgeciler, üreticiden borsada (ilginçtir, ama Edirne’de süpürgenin bir borsası bulunmakta) açık artırma usulüyle alıp dükkânına getirirdi. Yeşilimsi veya toprak sarısına yakın bir tonda olan süpürge telleri, su ile ıslatılıp penceresiz kapalı bir odaya konulurdu.  Bu kapalı mekândaki bir leğende kükürt yakılır ve bir gece boyunca kükürt dumanına maruz bırakılan süpürge telleri, sabah fırın kapısı açıldığında sarımtırak bir renkle ustasının karşısına çıkıverirdi. Sonra sırayla tellerin kalınlığına ve boyuna göre ayıklanması, sarmaç denilen omurganın oluşturulması, yavru demetlerle taslağın meydana getirilmesi, tepeliğin çıkarılması, ayakçak ve el mengenesiyle süpürge biçiminin verilmesi, çuvaldızla dikilip son olarak tokmakla sağlamlaştırılarak büyük bir sabrın ve çilenin neticesinde üretilirdi. Ustasının onca eziyetine, cefasına ses çıkarmayıp süpürgeotu olmaktan süpürgeliğe terfi eden temizlik aleti, çarşı ve pazarda kendisini alıp götürecek sahibini sessizce beklemeye başlardı.

Kimi yörelerde ormandaki çalıları toplayıp bunları çalı süpürgesi yaparak zeytin, fındık harmanında çiftçiye satarak evine ekmek parası götürenler de bulunmakta. Ayrıca gece ve gündüz demeden cadde, sokakları hiç yüksünmeden arşınlayıp tozu, artığı, süprüntüyü temizleyen temizlik işçilerinin en büyük yardımcısı olan tahta saplı süpürgeleri unutursak onca hizmetlerine karşı vefasızlık yapmış oluruz. Helal lokma için sokakları dilsiz dostu süpürgeyle karış karış ederek pir ü pak etme azmindeki bu emekçilere bazen Erkin Koray gibi veryansın edenler de çıkmakta. Ne diyordu sanatçı o meşhur şarkısında “Aşktan yana şansım yok / Ağlıyorum derdim çok / Aşkımı kaybetmişim / Sordum sordum bulan yok / Dün gece çok aradım / Aradım bulamadım / Kör olası çöpçüler / Aşkımı süpürmüşler.” Bazen bu emekçi tayfası kendini bilmez veletlerin sözlü saldırısına da uğrar. Birkaç yıl önce Kocaeli’de bir gencin elindeki kemerle kendi halindeki temizlik işçisine sözlü ve fiziksel saldırıda bulunmasını unutamayız. Temizlikçi; bu genci  “Oğlum, bak git!” diye defalarca uyarmış, fakat genç aldırmamıştı. Sabır küpü taşan gariban emekçimiz, elindeki tahta saplı süpürgeyle bu haddini bilmezi kovalamıştı. Bu anları o esnada telefonuyla kameraya çeken başka biri, görüntüleri sanal aleme yükleyince birkaç dakikalık video izlenme rekoru kırmış, uyanık girişimcilerimiz de tişörtlerini basmıştı. Para kokusu alan bazı yapımcılar da filmini çekmişti.

Avrupa tarihinde tahta saplı süpürgenin imajı ise hiç de iyi değildir. Mitolojiye göre cadılar bu tahta saplı süpürgeye binerlerdi. Sivri şapkalı, siyah pelerinli cadılar süpürgelerine atlayınca kapıdan, pencereden hatta bacadan uçarak göğe çıkmaktaydı. Süpürgesiyle havalanıp giden kötü cadının şeytanla veya diğer cadılarla buluşmaya gittiği Avrupa mitolojisinde tasavvur edilirken on yedinci asırda cadı suçlamasıyla yaklaşık otuz bin kadının değişik biçimlerde öldürüldüğünü de hatırlatalım. Neyse ki son dönemde sinema ve fantastik romanlar sayesinde cadılar ve süpürge daha iyimser bir imaja kavuşmuştur. Burada Harry Potter’a daha doğrusu yazarı İngiliz J. K . Rowling’e teşekkür etmesek süpürgelerin bile gönlü kalır. Ne de olsa nice çocuğa süpürgeyle uçabileceklerini hayal ettirmesi küçümsenecek bir şey değil.

Divan şiirinde süpürge, Farsça bir sözcük olan “cârûb” ile de karşılanmıştır. Şair Nef’î, sevgi süpürgesinden söz ederken şu mısralara yer verir : “Sînemde ne varsa ise gamın sildi süpürdü / Pâk etti harîm-i dili cârûb-ı muhabbet”. Hikmetli şiirin üstadı Nâbî, süpürgeyle tevbe arasında latif bir benzetme kurarken “Ettikçe rûy-mâl zemîn-i nedâmete / Rîş-i sefîd-fâm ile cârûb-ı tevbeyiz” deyip pişmanlık toprağına yüz sürdükçe aksakalının tevbe süpürgesi gibi olduğunu dile getirmiştir.

Dünyanın devâsâ süpürgesi rüzgâr, yüksek basınç alanından alçak basınç alanına doğru genellikle yatay biçimde hareket ederken tabiatta büyük ya da küçük değişikliklere vesile olur. Rüzgâr; sonbaharda ağaçları bir o yana bir bu yana sallarken kuruyan yapraklar kısa sürede dökülür, bu sayede ağaçların temizlenmesini sağlar ve yerde biriken yaprakları bir köşeye süpürüverir. Çöllerde kumları önüne katıp başka taraflara doğru götürüp çeşitli şekiller meydana getiren rüzgâr süpürgesi, bu uçsuz bucaksız bölgelerin en mahir ressamı olarak çöl kumlarıyla oynamaktan zevk alır sanki. Başka bir vakit orman yangınlarında sanki ateşi önüne katıp süpürür, sonra da binlerce canlı ağacın tutuşup gitmesine göz yumar. Gün gelir bulutların peşine düşerek onları başka mesafelere doğru koşturur, böylece pek çok diyarın canlanıp bereketlenmesini sağlar. Koca şehirlerin üzerindeki kirli havayı uzaklara doğru süpürüp dağıtan rüzgârın bu hizmetini insanoğlu nasıl yapabilir ki?

Bir yerlerde o eski şöhretli günlerin hayaliyle avunan talihsiz süpürgeler, devrin vefasızlığından ne kadar dem tutsalar da onca asır görevlerini hakkıyla yapmanın gururunu taşımakta. Unutulmanın eşiğine gelen süpürgeler, hâlâ bazı bölgelerde ve çeşitli sahalarda vazgeçilmez olmanın tadını biraz çıkarsa da kendilerini bir nebze avutmaya çalışmaktadırlar.





Osman Tarık ÇETİNKAYA



DARGIN ŞİİR

Aynalı aynalıktan sessizce seyreder.
Saçlarımın sesini bizzat taklit eder.
Bir semti bilmem kaç yerinden terk eder...
Rüyalara gözyaşıyla dalar
Kâbûslarını ise sevdikçe sever.
Her gün hayal kırıklıklarıyla boğuşur.
Dünyaya sanki savaşmaya gelmiştir!
Hiç olmadığım bir yerde durur,
Hiç bilmediğim bir yere yürür.
Aaa, unutmadan; söndürülmüştür güneşi ve huzuru
Zaten o karanlıktan korkuyordur.
''Anlat'' dedim. ''Kime kızdın, neye bu hırsın?''
Bir kadının adını andı.
Kitap kokan bir kadındı.
Kadının gülüşünde bir masum oturur bir bilse.
Kalmamış yanaklarında gülümsemeye sebep olacak kimse.
Çoğu zaman nükleer bomba gibi düşer hevesin içine.
Çünkü hüzünlü vedalar sayar ellerimize...
Oysa bu kadına âşık olsam en büyük şair ben olurdum! 
Oysa bu kadına âşık olsam en büyük şair ben olurdum!
 “Oysa” dedi. ''Bu kadına âşık olsam en büyük şair ben olurdum…''
Bu kadın şiir olur, bu kadına şiir yazılamaz.
Zaten bu aşkı kılıcı bile karşılayamaz...
Dünyaya sanki savaşmaya gelmiştir.
İşaretler kendini gövdeme bir gürleyip bir dinip
Öyle büyür işte, göz çukurumdan inip...
Aaa unutmadan; söndürülmüştür güneşi ve huzuru
Zaten o karanlıktan korkuyordur...
''Anlat'' dedim.” Kime kızdın, neye bu hırsın?”
Bir kadının adını andı.
Kitap kokan bir kadındı.

Ali KARTAL


ÇİÇEK

Dağınık, kasvetli ve perişan
Bir odada yalnız lakin mağrur
Hep ışıkta gözleri hep ümitli
Ne kadar mutlusun sen ey çiçek

Kökünde bir avuç su
Biraz hava biraz ışık
Mutluluk için yeter bu
Diyorsun bize ey çiçek

Biraz hüzün veriyor gece
Kapatıyorsun gülümseyen yüzünü
Ya sabah
Süsleniyorsun bana bakarak
Umutla
Yeni doğan güne hazırlanarak








A.Bahtiyar GÜNDÜZ



KUYTU

Hayat değil midir öte zamana bir kese
Gaye şimdi olmuş kocaman kocaman cüsse

Kalkar yakında gözlerden o incecik perde
Bulunur mu çare yürekteki ezik derde

Deniz küçülüp dolar ufacık bir bardağa
Nasıl bulunacak deva şu derbeder çağa

Zaman kayboluyor hep divane kuytularda
İnsanlar kurmuş kendine kimsesiz bir ada

Sözcükler sanki acılı ve okkalı zehir
Şimdi huzuru saadet döneminden getir

Elbette bitecek bir gün bu ömür rüyası
Belli olur kişilerin sahtesi ve hası

Ahmet DENİZ


ZITLIK ROLÜ


Ak ve kara… İki zıt renk gibi görünen ama aslında bir kardeş gibi birbirini tamamlayan, bütünleyen iki nadide renk. İnsanlar da böyle değil midir? Bir gün bir uyanmışız, her şey olumsuz, kötü, itici ve kara. Aynaya bakarız ve kim bu itici kişi diye söyleniriz kendi kendimize, o gün hayat bize zehir olmuştur artık çünkü kara tarafımızdan kalkmışızdır. Kocaman bir paratoner misali üzerimize çekeriz bütün olumsuzlukları. Ne kadar ilginçtir ki, bir gün kalkarız ve hayat ne kadar güzel, her şey ne kadar olumlu ve ak. İşte o gün mutlu olmak için özel bir çaba harcamayız çünkü zaten mutluyuzdur, o gün ak tarafımızdan kalkmışızdır. Aynadaki yakışıklı bize göz kırpar ve bayram harçlığını kapan afacan bir çocuk gibi gülümser bize. Düşünsenize tüm gün elinizde ayna ile gezdiğinizi, nereye baksanız güzellik. İşte, ak ve karanın nasıl bir vücutta birleştiğini görüyoruz, zaten tüm renkler birleşip beyazı oluşturmuyor mu? Bu kadar zıt iki renk nasıl oluyor da bu kadar benzer olabiliyor, nasıl oluyor da aksız kara, karasız ak düşünülemiyor? Ak ve kara deyince aklıma sevgi ve nefret geldi. Düşünüyorum da ne kadar çok örneği var, birbirine dağlar kadar zıt olup da birbirinden ayrılmayı bir türlü beceremeyen zıtlık rolü oynayan şeylerin. Evet, aslında zıtlık bir rolden başka bir şey değil galaksimizde, bir kum tanesi kadar kalan dünyamızda. Hepimiz bu rolü farkında olmadan da olsak en iyi Hollywood aktöründen daha iyi oynuyoruz. Bu iyi bir durum aslında, rol kesmek. Düşünsenize ak’ın gerçekten kara’ya düşman olduğunu, nefretin olduğu ortamda sevgiye yer olmadığını… Bazı şeylerin sadece rol olması gerekir bu hayatta, bazen gerçekçilik o kadar da iyi değildir. Galiba filmlere olan ilgim bundan dolayı.

Muharrem ÇELİK

ORGANİK AHLAK ( KINALIZADE’DEN İLHAMLA )

Osmanlıdan Günümüze Kişisel Gelişim - 3

Evlenilecek Bir Kadında Hiçbir Zaman ve Mekânda Değişmeyen Özellikler


Evlenilecek bir kadında hiçbir zaman ve mekânda değişmeyecek şartlar:
Bir: Din. Din örtü ve iffeti gerektirip kanaat ve yeterliliğe sebep olur.
İki: Akıl. Aklın bulunduğu yerde anlaşma vardır. Ahmak kadını nikâhlamayınız. Sohbeti bela, çocuğu ziyandır.
Üç: Denklik. Bununla yardımlaşma ve bereket ortaya çıkar. Bir Arap filozofun oğluna nasihati: “Sakın dış güzelliğe duyduğunuz sevgi sizi denklik istemekten men etmesin, arzularınıza yenilip düşüncesizliğe uymayın, çünkü düşük insanlarla nikâh nesebinizdeki şerefi giderir.”
Evlenmek isteyen kişiler din, iffet ve güzel huy ve günahsız olanları tercih etmelidir.
Bunların dışında başka özellikleri tercih edenler de olur:
İnsanların bir kısmı mal ve mevki sahibinin kızını alarak onun vesilesiyle makam ve mevki elde etmek ister. Bazıları malı ve çeyizi çok olanla ilgilenir. Mal ve mevki elde etmek için evlenen bu kişi hüsrana uğrar. Çünkü mal ve mevkie vesile olacak şahıs ya vefat eder ya da görevden el çektirilir. Mal için evlenenin zengin sandığı kişi ya fakir ya orta derece çıkar. Ya da eşine vermekten kaçınır, kişinin ondan borç olarak dahi faydalanması mümkün olmaz.
Bazısı da dış güzelliğine,
gösterişliliğine, semizliliğine yönelir. Güzelliğine âşık olduğu kişi ile evlenenler de aşkın gidebileceğini hiç akıllarından geçirmezler. Ama zamanla insan tabiatı başkasına meyledebilir. Netice olarak kavga ve tartışmaların sonunda ayrılık gelebilir.
Menfaat umarak evlenen kişilerin dünya kurulduğundan beri -ilahi adalet olarak- cezalandırıl-dıkları ve tercihlerinde boşa çıktıkları görülmektedir. Buna karşılık din, iffet ve ahretteki iyiliği düşü-nenlere Allah’ın yardım ettiği, zenginleştirdiği, iyi niyeti ile fakirlikten zenginlik ve servete, aşağı dere-ceden makam ve mevkie yükselttiği görülmektedir.
Peygamberimiz (ASM) şöyle buyurur: “Kadın malı, güzelliği, soyu ve dini için nikâhlanır. Sizin üzerinize düşen dini için olanı tercih etmenizdir.”
Özetle:
Evlenilecek kadında iffet, din, akıl vazgeçilmez şart olarak karşımıza çıkar.
Evliliğin esas gayesi neslin devamı olduğuna göre kadının doğurgan olması da önemli bir şarttır.
Kadının bekâr olması önemli bir tercih sebebidir.
Bir kadının soyu güzelliğinden daha öndedir. Güzellik bunların yanında ek bir fazilet olarak aranır.
Sırf güzellik sebebiyle yapılan evliliklerin getirdiği kötülükleri görüp çok güzel kadını da tercih etme-mek gerekir. Kadının güzelliği, çirkinliği sebebiyle eşini nefret ettirmeyecek, eşinin sevgisinin artması-na yetecek kadar olması gerektir.
Sadece mal ve mülk veya mevki makam için yapılan evlilikler en istenmeyen evliliklerdir. Çünkü bu durumda kadının aile içindeki konumu güçlü olacak buna karşın erkeğin konumu düşük olacağı için evlilikteki düzen ve intizam bozulacaktır.
Aile içinde erkeğin idareci kadının yardımcı konumu son derece önemlidir. Çünkü aile düzeninin bo-zulması âlemin bozulması anlamına gelir.

İnsan bu ölçüler içinde Allah rızasını umarak ve kendisini haramdan korumak amacıyla evlenmelidir. Bu şekilde Allah’ın yardımına kavuşur.

Murat EROĞLU


Bozkırın Berrak Pınarı Hacı Bayram-ı Veli

Konstantiniyye mutlaka alınacaktır. Ama bunu bir öfke ve hiddet işi haline sokmadan, bir illeti tedavi eder gibi yapmak lazımdır. Çünkü hiddet ve kin, gerçekleri gören gözleri kör eder. Padişah huzurunda dahi olsanız hakkı ve hakikati söylemekten korkmayınız. Padişah, sizi hoşlanmadığınız ve dininize uymayan bir işe tayin ederse kabul etmeyiniz. Hiç kimseyi küçümseme ve hafife alma! [Hacı Bayram-ı Veli]
Doğum ismi, Numan bin Ahmed, lâkâbı "Hacı Bayram"dır. 1352 (H. 753) tarihinde Ankara’nın  Çubuk Çayı üzerinde Zül-Fadl(Solfasol) köyünde doğdu. Hacı Bayram-ı Veli, 14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’da yetişti. Eserlerini diğer Hacı Bektaş-ı Veli yoldaşları gibi Türkçe olarak yazarak Türkçe kulanımını Anadolu'da önemli şekilde etkiledi.
 Yıl: 1433, Yer: Edirne.
 Edirne'deki sarayın büyük salonuna tedirginlik uyandıran bir sessizlik hâkimdi. Sultan 2. Murad'ın (1402–1451) canı sıkkındı; vezirlerin ve diğer görevlilerin de... Herkes, devlete karşı isyan edeceği haber verilen ve bunun üzerine padişahın derdest edilerek getirilmesini emrettiği Nûmân isimli kişiyi bekliyordu… Zanlının suçu oldukça büyüktü: Devleti ele geçirmek... Devlet, daha yirmi yıl kadar önce, 1402 Ankara Savaşı sonrasında, yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmış, Anadolu'da eski beylikler tekrar bağımsızlıklarını ilân etmeye başlamış; birlik ve beraberlik Çelebi Mehmed tarafından zor da olsa yeniden sağlanmıştı. Bu acı günlerin üzerinden çok geçmeden duyulan bu isyan ihbarı büyük bir endişe uyandırmıştı. 
Sessizlik bozulur. İhtiyar subaşı nefes nefese huzura çıkar, Padişahı selâmlar. “Engürü’deki şeyhi getirdik efendim!” der, “Ama ...”
-Aması ne?
-Bu zat söylendiği gibi etrafına çapulcu toplayan bir fitneci değil. Aksine büyük bir âlim ve gönül ehli.
-Nereden biliyorsun peki?
İhtiyar subaşı bunları değirmende ağartmadık gibilerden sakalını sıvazlar. “Şu kadarını söyliyeyim” der, “kendisi Şeyh Hamideddin-i Veli Hazretleri’nin halifesi!”
-Sen ne diyorsun!
-Geleceğimizi biliyordu. Bizi yolda karşıladı. Boynunu büküp bileklerini uzattı, “Haydi evladım” dedi, “zincirleyin beni!”
-N’aptık biz. Bir Allah dostunu zincire vurduk desene.
-Vurmadık efendim. Aksine yol boyu hizmet ettik.
-Gönlünü hoşça tutaydınız.
-Tutmaz mıyız.
İşin aslı anlaşılmıştı. Sultan Murad Han, söylentilerden hareketle devletin selâmetine kasteden ve tahtına göz diken bir eşkıya beklerken, karşısında; nur yüzlü, kâmil bir velî görünce onu başköşeye oturttu. Utancından bu büyük velînin yüzüne bakamadan; "Yolculuğunuz zahmetli oldu herhalde." dedi. Hacı Bayram Velî ise tebessümle; "İyi bir vesile oldu. Birçok yerde ve buralarda epeyce maneviyât âşıkları gördük ve tanıştık." diyerek, padişahı rahatlattı. Sohbete başladılar. Hacı Bayram Velî konuştukça, ilminin yüksekliği daha iyi anlaşıldı. Padişah onu Ankara'dan buraya kadar getirttiğine çok üzüldü, tanışmakla şereflendiği için de çok sevindi. Pek çok ihsanda bulunup, hediyeler verdi. Fakat Hacı Bayram Velî: "Sultânım! Bizim dünya malında gözümüz yoktur. Siz onları, ihtiyacı olanlara veriniz." diyerek hediyeleri kabul etmedi.
Baş başa sohbet ettikleri günlerin birinde; konu İstanbul'un fethine gelmişti. Murad Han: "Allahü Teâlâ'nın izniyle, evliyanın himmet ve bereketleriyle İstanbul'u almak istiyorum. Rahmetli dedem Yıldırım Bâyezîd Han bu işe girişmişti. Fakat bir netice elde edemedi. Devlet-i Âl-i Osman'ın topraklarının ortasında bir Bizans Devleti'nin olmasına gönlüm hiç razı değil. Sevgili Peygamberimiz'in de (sallallahü aleyhi ve sellem) fethini müjdelediği bu İstanbul bize lâzım. Bunu almak için de himmetinizi, yardımınızı bekliyorum." dedi. Murâd Han bu sözleri söylerken, Hacı Bayram Velî derin bir tefekküre dalmış, onu dinliyordu. Sultanın sözü bittikten bir süre sonra: "Sultanım! Bu şehrin alınışını görmek ne size, ne de bize nasîb olacak. İstanbul'u almak, şu beşikte yatan Muhammed'e (Fâtih Sultan Mehmed Han) ve onun hocası, bizim Köse Akşemseddîn'e nasîb olsa gerektir." müjdesini verdi. 
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan, Ankara ve Bursa'daki âlimlerin derslerine katılarak, tefsir, hadîs, fıkıh ve zamanın fen ilimlerinde yetişen Nûmân, Melike Hâtun Medresesi'nde (Ankara) müderrislik yapmış, talebe yetiştirmiş ve kısa zamanda halk arasında sevilip sayılan biri olmuştu.
Fakat Müderris Nûmân'ın ruhunda bir sıkıntı vardı. O, bundan ancak bir mürşid-i kâmilin huzuruna varmakla kurtulabileceğini biliyordu. Kısa süre içinde konuşmalarının tesiri, bilgisinin genişliği daha geniş bir çevrede duyulmuştu. Şeyh Hamidüddin, onu Kayseri'ye çağırmaya karar vermiş ve bir müridiyle haber göndermişti. Nûmân bu daveti duyar duymaz; 'Başüstüne!' diyerek müridi Şücâ-i Karamânî ile Kayseri'ye gider. Kayseri'de Somuncu Baba olarak bilinen Hamîdeddîn Velî ile bir kurban bayramında buluşurlar. O zaman Hamîd Velî: "İki bayramı birden kutluyoruz." buyurarak, Nûmân'a 'Bayram' lâkabını verir. Hocasının sohbetleriyle kısa zamanda olgunlaşan Nûmân daha sonra onunla birlikte Hacca da gider.
Hocası vefat edince, Nûmân Ankara'ya dönüp müderrisliğin yanı sıra, halka hitap etmeye, emr-i bi'l-mâ'rûf, nehy-i ani'l-münkerde bulunmaya başlar. Ayrıca düşüncelerini Anadolu Türkçesi'yle yazdığı şiirlerle de anlatır. 
Hacı Bayram Velî, Ankara'ya Sultan Murâd Han'ın verdiği fermanla geldi. Fermanda, Hacı Bayram Velî Hazretleri'nin talebelerinin yalnız ilim ile meşgul olmaları için, vergi ve askerlikten muaf tutulduğu bildiriliyordu. Bunu duyan pek çok kişi, vergi ve askerlikten kurtulmak için Hacı Bayram Velî'nin talebesi olduğunu söylemeye başladı. Bunlar o kadar çoğaldı ki, Ankara'nın mâlî ve askerî düzeni bozuldu. Sonunda Sultan, Hacı Bayram Velî'den talebelerinin bir listesini istemek mecburiyetinde kaldı.
Hacı Bayram Velî de, Ankara'nın Kanlıgöl mevkiinde bir çadır kurdu ve: "Bize intisâb edenler, talebe olanlar burada toplansın." diye ilân etti. Hacı Bayram Velî'nin talebesi olduğunu söyleyen herkes, akın akın gelip meydanı doldurdu. Hacı Bayram Velî: "Dervişlerim! Bana intisâb eden talebelerimi bugün burada kurban etmem emrolundu. Canını, malını bana feda eden, çadıra girsin." buyurdu. Bütün talebeleri bir korku aldı. Bir uğultu yükseldi. Vergiden kaçmak için talebe görünenler; "Bu ne biçim mürşit; bu nasıl müritlik!" diye söylenip duruyorlardı. Hacı Bayram Velî de, eline keskin bir bıçak ile çadırın kapısında beklemeye başladı. Bu sırada topluluktan, bir erkek ile bir kadın kalabalığı yararak doğruca çadırın içine girdiler. Arkalarından Hacı Bayram Velî de girdi. Daha önceden çadıra koyduğu koyunu içeride hemen kesti. Kırmızı bir kan, çadırdan dışarı çıktı. Kanı gören herkes hemen kaçtı. Meydanda kimse kalmadı. Daha sonra dışarı çıkan Hacı Bayram Velî: "Anladık ki, bu kadar talebemiz varmış. Bunlardan başka herkes, vergi vermek ve askerlik yapmak suretiyle, devlete olan borcunu ödemelidir." buyurdu.
Hacı Bayram Veli, kendi döneminde çok sayıdaki sevenleri sayesinde sahip olduğu büyük nüfuzu dâima devlet için kullanmış, onun tavsiye, fikir ve dualarını alan idareciler bunun bereketini görmüşlerdir. Onu devlet için bir tehlike göstermek isteyenlerin bugün adları bile hatırlanmazken, onun fikirlerinin ve mânevî tasarrufunun hâlen geçerliliğini sürdürdüğü, kabrinin her gün binlerce mümin tarafından ziyaret edilmesinden ve ismi geçtiğinde hayırla yâd edilmesinden anlaşılmaktadır.
Yazıcızâde Muhammed, Ahmed-i Bicân, Akbıyık Sultan, Üftâde Efendi ve Eşrefoğlu Rûmi gibi zirveler hep Hacı Bayram hazretlerinin dizi dibinde yetişirler. Ama vekil olarak tek isim düşünürler: Akşemseddin!

Kaynaklar:
1.Prof.Dr.E.Cebecioğlu , ‘ Hacı Bayram Veli’ , Diyanet Vakfı Yayını,2005,Ankara.
2.B.Sezgit, ‘Hacı Bayram-ı Veli’ , Nur Yayınları, Ankara.
3.Menâkıb-ı Hacı Bayram-ı Velî
4.İslâm Âlimleri Ansiklopedisi