13 Ağustos 2015 Perşembe

Metehan FİDAN


ZOR GÖRÜYORSUN

Yok yere evini yurdunu sattın,
Sahiden sen beni zor görüyorsun,
Bu soğuk şehri alevden bildin,
Belli ki sen beni kor görüyorsun…

Bembeyaz hayaller renk mi değişti,
Galiba uzaktan mor görüyorsun,
Şu güzel gönlümü tuzaktan saydın,
Belli ki sen beni hor görüyorsun…

Muhtelif duygular esiri olduk,
Sen beni sağından sol görüyorsun,
Beyaz zûhur edip belirse ne var,
Belli ki kapkara yol görüyorsun…

Sen gönül evimden korkar kaçarsın,
Bağımı bahçemi yaş görüyorsun,
Bir duvar ördürdüm şiir satıyor,
Belli ki sadece taş görüyorsun…

Kısmettir deyip de yüzüme bakma,
Nerede dik duran zar görüyorsun,
Sevda durağında yarasız kaldın,
Belli ki zarardan kâr görüyorsun…

Padişah olmuşsun ömürlük amma,
Kudreti başında taç görüyorsun,
İmtihanı yüzlük kağıtla geçtim,
Sen sevda nârından kaç görüyorsun…

Kaç mevsim fakirlik geçti içimden,
Sen acın halini tok görüyorsun,
Dört iklim içinde kayıp yaşadım,
Varlığa inanıp yok görüyorsun…

Dağına kar yağsa benden bilirsin,
Ya ben kirliyim, ya sen temizsin,
Ben etten duvarsam, sen de kemiksin,
Sen beni damarda kan görüyorsun…

Salih HİLMİ



DAĞ GETİR

Bana bir dağ getir kocaman olsun

Güm güm atan yüreğini duyayım

Bana bir dağ getir şeffaf mı şeffaf

İçini kendim gibi seyredeyim

Bana bir dağ getir yeşil yeşil

Ilık ağaç altlarında çay içeyim

 

Bana bir dağ getir bulut bulut

Karıştıkça sisine, boranına korkmayayım

Bana bir dağ getir gece yolcusu olayım

Ürkmeden yıldızlarını tek tek gezeyim

Bana bir dağ getir yolu izi belli

Yürürken gün gün ruhumun kireci çözülsün

 

Bana bir dağ getir kuşları seyyah olsun

Uzak zamanlara uçmaya meyledeyim

Bana bir dağ getir tutmasın yüksekliği

Usul usul dolaşayım dik yamaçlarında

Bana bir dağ getir ruhum göğe kök salsın

Kalbim dağın sırrına ersin

Yunus BAYRAK


BİR GARİPLİK VAR

Günün son turuncu ışığı sönmek üzereydi. Henüz kısa pantolonlu bir ortaokul öğrencisiyken ayrıldığı bu kasabaya aradan on beş yıl geçtikten sonra ilk defa geliyordu. Şimdi kendisini neredeyse iyice yaşlanmış hissediyordu.  Evin kapısını hızlıca çarpıp arkasına bile bakmadan giderken hissettiği güç yoktu çelimsiz bedeninde. O zamanlar güçlü bir ailesi varken arkasında şimdi o çelik gibi sağlam aileden bir tek kendisi kalmıştı yalan dünyada.

On iki saate yakın uzun bir yolculuktan sonra kendisini akşam yemeği için bir lokantaya zar zor atmıştı. Garaja en yakın bir otele gidip kalacak yer temin edecekti kendisine. Kasaba meydanının ortasında herkesin uğrak yeri olmayan dışarıdan bakıldığında bir viraneyi andıran eskimiş tahta pencereleri, is ve lekeden kirlenmiş camları olan,  soluk ışıklarına bakılacak olursa sanki bir cenaze evini andıran lokantaya girdi. Kapı açıldığında kapının üzerindeki zil şıkırdadı. Kapı zilinin şıkırdamasıyla içeride bulunanlar istiflerini bile bozmadan önlerindeki yarı sıcak yarı soğuk çorbalardan kaşıklamaya devam ettiler. Sessizce içeri girdi. Lokantanın içi de dış görüntüsü gibi garipti. Sağ duvarda hüzünlü ve ağlamaklı duran bir çocuk tablosu, yine onun yanında tahtadan el yapımı kafeste sessiz sessiz duran –bülbül olsa gerek- bir kuş vardı. Sol duvarda atalardan kalma beş teli kopmuş bir saz. Buradaki insanların hepsinin halinde hal gizliydi. İçlerinde sadece kendilerine hapsolmuş, kimseye dillendirmedikleri bir hal vardı. Bu çok garipti.

Garip olmak kolay değildi. Hepsinin göğüslerine basıp taşıdıkları bir taş vardı. Göğüslerindeki görünmeyen taşın ruh hallerinde büyük etkileri vardı. Yediklerinde lokmalar boğazlarına duruyor, söyleyemedikleri boğazlarına düğümleniyordu. Anlatmak istiyorlar fakat gariplik bu ya dinleyenleri olmadığı için anlatamıyorlardı. Kiminin gurbet vardı sırtında, kiminin parasızlığın getirdiği fakir olmanın getirdiği yoksulluk, kimi evlatlarının eksikliğini taşıyor, kimi güçsüz kalışının garipliğini yaşıyordu. Hepsinde diğer insanlarda olanlardan mahrum oluşun doğurduğu yalnızlık hissinin getirdiği bir sessizlik hakimdi.  

Onları garip yapan işte bu sessizlik haliydi. Yüzlerinde bir eksiklik vardı hepsinin: tebessüm. Hiçbiri gülmüyor, gülemiyordu. Yüzlerindeki hüzün yalnızlığın verdiği azabın göstergesiydi. bir ses duyabilmek bir söz konuşabilmek için gelmiş bu insanlar teselliyi yine her zamanki gibi gibi sessizlikte buluyorlardı.

Ona göre yalnız yaşamayanlar veya yalnızlığı yaşamayanlar bilmezler sessizliğin insana ne kadar korku verdiğini. İnsanın yalnızken tek başına konuştuklarının ne kadar teselli verdiğini anlayamazlar.  O ise yıllardır bu acı hissi tatmıştı yaşadığı gurbette. Yıllar öncesinde ailesini amansızca terk edip gittiğinde ilk yalnız kalışında anlamıştı bu acı hali.  Zaten gurbet başlı başına bir gariplik yaşamaktı. İnsan tek başına kalınca anlıyordu etrafındaki insanların kıymetini. Pişmanlıklar yaşamıştı fakat içindeki kalenin zalim muhafızı gururu onu sevdiklerinden uzak tutmuştu. Gurbetin yanında bir de sevgisizlik eklenmişti gariplik heybesine. Dayanılmaz bir acıydı sevgisizlik. Onu yıllarca bir bencilliğe doğru sürüklemişti. 

Onu etrafındaki insanların garip halleri düşündürürken derken kapı zili şıkırdadı yeniden. İçeri krem şemsiyesinin içindeki atlas, yemyeşil, elbiseleri ve eldivenleri açık renk boyun bağı göz kamaştırıcı olan biri girdi içeri. Gözleri iri, bıyıkları dik, bakışları sert, vücudu çevik, boyu kısa, ökçeleri yüksekti.  Kendisi içeri girdiğinde umursamayan bakışlar birden içeri giren alımlı adama çevrildi. Geldi ve usulca kendisine gösterilen yere oturdu. Belli ki bir derdi vardı. Birdenbire ceketini çıkardı. Tuhaf sıkıntılar içindeydi.  Oradakiler şaşırdılar bu duruma. Çünkü bu kıyafette bir kişi gelmezdi buralara. Garip değildi. Garip gibi görünmüyordu. Evet, garipti ama yalnız kalmış veya yoksulluk çeken bir garip değildi. Tuhaflık anlamı taşıyan bir garipti. Oradakilere göre üzerindekilerle lokanta içinde bir tuhaf olmuştu. İnsanları şaşırtan da zaten buydu.  Fakir değildi, acınacak bir hali yoktu.

Anlaşılan o da zengin görüntüsü altında bir yalnızlık yaşıyordu. Etrafındaki kalabalık yığınlar onu da dalgaların yaprağı kıyıya attığı gibi bir tarafa savuruvermişti. Çünkü dünya kanunu buydu. Herkes gibi davranmıyorsan bir müddet sonra garipseniyordun. Lokantada onun dışında herkes yeterli güce kuvvet sahip olmadığından bir tarafa itilmiş söyleyecek sözü olmasına rağmen ezilmişliğinden ötürü söyleyememiş yalnızlaştırılmış insanlardı. Halbuki o böyle değildi. Aksine görenleri şaşırtacak bir heybete sahipti. Fakir değildi, acınacak bir hali yoktu. Gösterişli bir hayat sürmüş olduğu her halinden belli idi. Gözlerini yere dikmiş dalgın dalgın bakan adama dikkat kesildi. Zengin görünümlü garip adama yaklaşarak bir derdin mi var diye sordu.

Ağlamaklı bir halde olan adamın gözlerinden birden yaşlar boşanıverdi. Etrafında onlarca insan olmasına rağmen bir türlü huzuru bulamadığından kendi içinde bir yalnızlık yaşadığını anlattı. Oysaki her istediğini alabilecek ve sahip olabilecek güce sahip bu insan niye bu haldeydi? O kadar zenginlik ve ihtişamın içinde yaşadığı yalnızlıkla garipti.

Kendi kendine, insanın sahip olması gerekenin aslında her şeyden önce sevgi ve muhabbet olduğunu düşündü. Eğer insan sevgi pınarlarından yoksun olursa aldığı her nefes onun dünyada yaşadığı bu gariplik hissini daha da körüklediğini bir kez daha anlamış oldu. Her ne sıkıntı yaşarsa yaşasın insanın maddi anlamda yaşadığı sıkıntılar bir şekilde bitiyordu. Zaman sürekli ilerliyordu. Yaş geçiyordu. Biten maddi sıkıntılar beraberinde mutluluğu getirmiyordu. Fakat insan hayatını idame ettirmek adına dünya hayatını hızlıca yaşayıveriyor, ilerisini hiç düşünmüyordu. Şimdi sevdikleri yanında yoktu. Etrafında insanlar olmayınca kazandıklarının veya sahip olduklarının ne anlamı vardı?  İşte asıl GARİPlik şimdi başlıyordu. Bir cana hasret olmaktı bunun adı. Ne arzu vardı ucunda ne de emel? Sessizce gelip oturduğu bu yerden yine sessizce gidiyordu. Her anında bir nefes aradığı hayatın ona dost diye sunduğu geceye doğru ilerledi. Ay ışığında titreyen lambanın ışıkları arasında gözden kayboldu.




Abdülmecid ORHAN




YERLE GÖK ARASINDA

Balkon, bir binanın üst kısımlarında yer alıp genel yapının bazen iç bölümünde bazen de dışında bir çıkıntı olarak inşa edilir. Bir evin yahut yapının dış dünyayla iç dünyanın buluşma ve bağlantı noktasıdır. İtalyanca “balcone” diye isimlendirilen yapıların bu kısmı Hıristiyanlık’ta görünürlük kazanmıştır. Katedrallerde balkonlar dini törenleri halka belli bir mesafede izlemek amacıyla yapılıp zamanla geliştirilmiştir.

Kimi zaman ahşaptan, kimi zaman taştan ve yirminci yüzyıla doğru demirden de balkonlar yapılmıştır. Günümüzde bazı balkonlar camlı doğramalarla evlerin bu çıkmalarına yeni bir şekil vermiştir.


Balkon bir Batı estetiği olarak mimaride kendine yer bularak asırdan aşıra gelişmiş, farklı formlarla binalarda kullanılmıştır. Batı mimarisinin ve kültürünün doğal bir parçası olarak zihinlerde yer etmiştir. Bir Batı masalı olan Rapunzel kapatıldığı kulenin balkonundan uzun saçlarını aşağı doğru uzatarak aşık prensin kuleye çıkmasını sağlar. Shakespeare’in Romeo ve Jüliette’inde, Romeo her gece sevgilisini görmek için balkonun altına gelir ve en güzel sözcüklerle ona hitap eder. Juliette de o balkondan gecelerini aydınlatan Romeo’ya yıldızları andıran parlak cevaplar verir. Edmond Rostand’ın gerçek bir hayat hikayesinden esinlenerek yazdığı Cyrano de Bergerac’daki balkon sahnesi hem etkileyici hem de hüzünlendirici bir bölümdür. Roxanne’ya aşık olan Cyrano, uzun burnu sebebiyle sevgilisine açılamaz. Yakışıklı arkadaşı Christian gece vakti balkonun aşağısında Roxanne’ya seslenirken en güzel sözcükleri söyler, fakat bu sözcükler Cyrano’nun kulağına fısıldadıklarıdır. Roxanne için kişinin görünüşü değil sözcükler önemlidir ve hikayenin devamında o sözcüklerin sahibini arayacaktır.

Rönesans dönemi tiyatrosunda balkon zengin, soylu yani güç sahiplerinin oturdukları mekana dönüşmüştür. Eski Roma’da yahut on dokuzuncu asırda Viktoryen döneminde güç sahiplerinin halka buradan seslendiklerini görürüz. Geçen asırda Mussolini, Hitler gibi halkı çılgın maceralara sürükleyen liderleri fark ettiğimiz gibi Arjantinli Başbakan Juan Peròn’un tutuklanması üzerine eşi Eva Peròn’un balkonda halka seslenmesi ya da Mandela’nın özgürlüğüne kavuşunca ırkçılığa karşı balkondan halkına seslenişi ayrı bir simgedir. Günümüzde Katolik Kilisesi’nin manevi lideri Papa’nın dindaşlarına balkondan konuşması da bir gelenektir.

Osmanlı mimarisinde uzun zaman yer bulamayan balkon, on dokuzuncu asırda Batı takipçiliği üzerine yavaş yavaş değişik yapılarda kendine yer bulmaya başlamıştır. Osmanlı’nın Müslüman evinde cumba dediğimiz evin dışına taşan kapalı bir çıkıntı mevcuttu. Geçen yıllar cumbayı değişikliğe uğratarak evin mahremini dışa açmaya başlamıştır. İslam dünyasında minare ya da müezzinin evinde balkonu andıran bir çıkıntıya rastlarız. Bazen büyük konaklarda iç avluya bakan mekanlarda da balkonla karşılaşırız.

İç dünyamızdaki değişim, zamanla dışta da değişikliği gün yüzüne çıkartmış ve milletlerin ruhu mimaride kendine vücut bulmuştur. İşte bunun bariz örneklerinden olan balkonu Sezai Karakoç, "Balkon" adlı şiirinde somutlaştırmıştır. “Çocuk düşerse ölür çünkü balkon / Ölümün cesur körfezidir evlerde / Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların / Anneler anneler elleri balkonların demirinde /// İçimde ve evlerde balkon / Bir tabut kadar yer tutar / Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen / Şezlongunuza uzanır ölü /// Gelecek zamanlarda / Ölüleri balkonlara gömecekler / İnsan rahat etmeyecek / Öldükten sonra da ///  Bana sormayın böyle nereye / Koşa koşa gidiyorum / Alnından öpmeye gidiyorum / Evleri balkonsuz yapan mimarların”

Dışa kapalı ve mahrem, ancak içe doğru açık ve derin bir dünya peşinde olan İslam dünyasında balkon sanki ecnebi bir imgedir. Karakoç, Taha’nın Kitabı adlı eserinde modern kent anlayışına tepkisini ortaya koyarken “kent bir tabuttur” der ve ”çivisi insan” diye ekler.  Şair yeni kent düzeninin unsurlarından balkona ihtiyatlı, soğuk hatta ürkerek yaklaşır. Çocuklarını kentin karmaşasına bırakan annelerin balkondaki tedirgin yüzüne işaret ederken balkondaki çamaşırların günü gelince bir kefene de dönüşebileceğini söyler.

Balkon iç dünya ile dış dünya arasında bir liman gibi gözüküp mahreme kapı aralarken balkonu kapatarak her şeyin yavaş yavaş alenileşip sıradanlaşmasına bir çözüm bulmaya çalışanları takdir ediyor ancak "ilginç zamanlarda" yaşadığımızı da hatırlatıyoruz. Balkona tümden bir tepkiyle çağın zorlamaları karşısında insan, gücünü tamamıyla yitirebilir. Balkona hepten karşı durmak yerine bazı güzelliklerini de gözden kaçırmak hayatın bazı gerçeklerini de ıskalamak olacaktır.

Ülkemizde geçen asır bir balkon kültürünü de usul usul oluşturmuştur. Son dönemlerde pek çok şehirde estetik hava kattığı düşünülen Fransız balkona bir yönelme olsa da birkaç yıl önceki yeni yönetmelikle binalarda balkonlar tekrar genişlemeye başladı. Yeniden balkonun bazı güzellikleriyle baş başa kalıyoruz. Yazın yemeklerin yenip çayların yudumlandığı bir serin mekan olan balkon, kışları bazı yiyeceklerin saklanıp asıldığı erzak mekanı yahut üç beş çamaşırın kurumaya alındığı köşeye dönüyor. Bazen hanımeli, sardunya, kasımpatı, menekşe, sarmaşık derken anneler için küçük bir çiçek bahçesi haline yavaş yavaş döneceğini görmekteyiz.  Bu değişim sadece üç beş katlı binalarda değil, bakarken insanın gözünün neredeyse alamadığı ve ruhunun tedirginlik yaşadığı gökdelen tarzı yerleşim merkezlerindeki dev balkonlarda da yaşanmakta. Hatta bazı devasa balkonlarda sakinlerine handiyse bir koca bahçe sunulmakta.

Balkon bizi yerden tamamıyla koparmadan göğe yaklaştırıp ruhumuza bir dinginlik ve zenginlik katacaksa ona tümden düşmanlık da herhalde doğru değildir. Yere bir minder atıp yalnız başınıza geceleri göğe bakarken o an balkonun Turgut Uyar’ın “göğe bakma durağı” haline de geldiğini fark edeceksiniz. Bu da az şey midir?
 

Behzat ÇOLAKOĞLU


ÖZ - EL

        Ağustos'un ilk haftaları özeldir benim için. Bunu özel kılan belki de sizin için özel olmamasıdır... Ben de, bende farkındalık oluştursun amacıyla köyüme kısa bir süreliğine gitmiştim. Burası hayal kırıklığıydı.
       Gündüzler uzun olsa da günler kısaydı, tefekkür ve okuma halinde gecelerini uzatmaya çalışan,  ölüm döşeğindeki insandan pek de farkım yoktu. Hayal ettiğimi yine bulamamıştım burada. Lord of the Rings'in o çorak topraklarını bulamadım belki de. Camelotun, o ılığımsı iklimini de soluyamadım ama bir şeyler fark ettim dostum. Ağustos'un ilk haftasını özel yapan: kişiler, zaman, mekan ya da iklim değilmiş aslında, benmişim ben yani münzevi adam…
      Uzaklaşmak gerekiyordu yakındakilerden, kaçmak lazımdı akındakilerden, öncü olmamak gerekiyordu önde olmak için, yani kaçmak her zaman en önde olmaktı; nereye gideceğini bilmesen de. Kimin ya da neyin seni beklediğini kestiremesen de...
      Yılın her haftası özeldir benim için. Çünkü yılı ben özel yapıyorum, ben özendiriyorum tıpkı yıllanmış bir şarap gibi terbiyesini ben veriyorum, terbiyesizlerin terbiye verdiği çağda olsak da…
       Başlık neden böyle diye soranlarımız olursa özel olanı sadece kendimizin belirlediğini göstermek istedim.  El bize ne karışır biz zaten karışmışız, kaçmışız... Üstadın dediği gibi bu firar, bir Kabil kompleksi…

Ali KARTAL


GECE
 
Kışın soğuk karanlığında gece

Boğuyor sanki beni hastalık içimde

İnat olsun diye o perişan hayale

Bürünmüşüm bulut bulut yeni bir hale

 

Vücudum şelale, dökülüyorken terler

Üşüyor üşüyorum, konsun üstüme minderler

Hissediyorum ecelin sıcak nefesini

Giriyor bedenimden uysal uysal içeri

 

A. Bahtiyar GÜNDÜZ


YILLARIN ÇARKI

Ruhumu kaplar, iflah olmaz bir pas.

Kalbim tutar, sanki acıklı bir yas.

Ufkumda görünür, şimdi sonbahar.

Yıllar, Azrail’in torbaya dolar.

Kaybolan anılar, yürek kederi.

Bilirim, hiçbiri de gelmez geri.

Durmuyor, asla hayatın çarkları.

Sarmalar beni mazinin kolları.

Ömür; ışıltılı, kıymetli kâse.

Kulak versin, artık hakiki sese.