2 Temmuz 2015 Perşembe

Metehan FİDAN

AĞIR MI GELDİ

Sana nasıl bakarken tutuldu dilin,
Gözlerinde yaşların ağır mı geldi,
Kasap değil, azap değil, gönül katilin,
Kayıp sakal ömürlüğün ağır mı geldi...

Yalvar yakar, kireç tutar çözülür,
Mendilin yaşlı kısmı ağır mı geldi,
Anan baban secde eder, üzülür,
İki gözüm, vefa borcun ağır mı geldi...

Ah yoksul oyunların kör alfabesi,
Kanı yüze akıttın da,ağır mı geldi,
Her gece demlendiğin mahur bestesi,
Son nakarat dökülürken ağır mı geldi...

Bir kere sözümü dinle, ateşli üşümeden,
Tutunduğun kara toprak ağır mı geldi,
Yalan dedin, yılan dedin, söyle neden,
Yarım kalan yola borcun ağır mı geldi...

Salih HİLMİ



TAMTAM

Maketten bir gaza kuralım bol bonuslu
Kasaplar çölde imal etsin kasvetli ütopyayı
Oktavı yüksek her ses zehirli bumerangtır
Mızraklı eller viyolonsel çelisti pozunda
Buffalo avcısı kartalına pike yaptırır ürkekçe
At süvarisi ebleh simsarlar tuzağıyla coşar

Müjde, yeni haz zamanı fikrin ince gülü soldu
Midenin şen bülbülleri yakıverir her taifeyi
İğreti aynalar minnoş kedileri kaplana çevirir
Kireçten konutlardan kallavi möble odalarına
Enkazlardan laubali nesillere mi dönüşüldü?
Oymak türedileri çürük tamtam çağrısında

Abdülmecid ORHAN



LABİRENT

İçinden çıkılması güç, karışık bölümlü ve bol dolambaçlı bir yapı olan labirente pek çok kültürde rastlamaktayız. Bol verimli bir sembol olarak labirent, zihinde pek çok anlam kapıları açabilmektedir.

Eski çağlardan bu yana insanlar labirentle ilgilenmiş ona farklı anlamlar yüklemişlerdir. Türklerin Şaman kültüründe labirent, kutsal yol olarak düşünülmekteydi. Yedi veya dokuz gök katı çizilirken ortaya hayat ağacı sembolü çıkar ki bu ağaç da labirente benzer. Altay Türklerine göre gök katlarında yolculuk eden bazı şamanlar, İlahi ya da yarı İlahi varlıklarla irtibat kurabilmektedir. Bu yolculuk diğer sembolleriyle Dante’nin İlahi Komedyası’nda da vardır. Olayların akışı takip edildiğinde Hz. Muhammed’in(asm) Miraç mucizesinden izler taşıdığı veya benzerlikler olduğu görülebilir.

Jacquea Attali, Vanuatu Malekula adasındaki bir efsaneyi anlatır. Efsaneye göre kişi ölünce ruhu, Serving ülkesindeki Wies’e gider. Kişi içeri alınmadan önce koruyucu ruh, kumun üzerine bir labirent çizer. Kişinin ruhu bir süre bu labirenti inceler ve sonra koruyucu ruh labirentin yarısını siler. Kişinin ruhu parmağını kumdan kaldırmaksızın tek hareketle labirenti yeniden oluşturup kendisini merkeze götürecek rotayı bulmalıdır. Eğer kişinin ruhu hayatı boyunca kendini yetiştirmiş ise şekli ezberinden hatırlayacaktır. 

Japon yazar Haruki Mukami, Eski Mısırlıların hayvanların bağırsaklarına bakarak fal baktığından söz eder. Labirentin karmaşıklığında ilhamın bağırsaklara dayandığını iddia eden yazar, kişinin bu karmaşada kendi içine bakması gerektiğine işaret eder. Dilimize çevrilmiş birkaç eseri bulunan sanatçı; senin dışındaki şey içinde olan şeyin yansıması ve senin içinde olan şey de dışında olan şeyin yansımasıdır. Murakami, bundan dolayı kendi dışındaki labirente adım atarken kendi içindeki labirente de girmektesin ve bu da genellikle tehlikelidir, diyerek bir uyarıda bulunur.

Murakami’den farklı bir pencereden bakıp ruhsal bir şifa aracı olarak labirenti kullanmaya çalışıp insanları bir labirentte yürüten Güney Afrikalı Vernon Frost, labirentin karmaşıklığı içinde insanlara bir çıkış yolu göstermeye çalışır ve bunda belli bir başarı da elde etmiştir. Frost, bir şeye gerçekten aşk ile odaklanılırsa ruhsal sıkıntılar azalıp kişinin iç dünyasında bir şeyler değişmeye başlayacaktır diyerek kalbin bu hayat labirentinde bir rehber olması gerektiğini de vurgular.

Yunan mitolojisindeki Minotauros efsanesi labirent hakkındaki bilinen en meşhur örnektir. Efsaneye göre Girit Kralı Minos; insan bedenli, boğa başlı tuhaf varlık Minotauros’u yetenekli mimar Dedalus’un inşa ettiği labirente hapseder. Kral Minos’un oğlu Andegeos Atina’da bir boğanın saldırısı üzerine ölünce Girit, Atina’dan diyet olarak her dokuz senede bir yedi genç erkek ve yedi genç kız vermesini ister. Kurbanlık on dört genç labirente bırakılıp Minotauros’a yem yapılır.  Üçüncü kurban ayininde Atina Kralı Aigeus’un cesur oğlu Theseus, kurbanlık olarak yedi kız ve yedi erkeğin Minotauros’a verilişine gönüllü iştirak edip bu kanlı diyeti durdurmaya karar verir. Minos’un kızı Ariadne, Theseus’a gönlünü kaptırmış ve mimar Dedalus’tan labirentten çıkış yolunu öğrenir. Ariadne ona labirente girmeden önce bir yumak ip verir. Labirente girerken bu yumağın ipini yere bırakacak ve dönüşte yolu kaybetmeden dışarı çıkacaktır. Theseus yanındaki kurbanlarla, merkeze yani Minotauros’a doğru labirent yolculuğuna çıkar. Ariadne ayrıca balmumundan yapılmış ve labirentte yol gösteren sihirli bir top vermiştir. Bu topu Minotauros’la karşılaşınca onun ağzına atar ve Minotauros ölür. Elindeki ip sayesinde Theseus, labirentten çıkış yolunu rahatlıkla bulur.  Theseus sevgilisi Ariadne’yi de yanına alıp diğer Atinalılarla Girit’ten kaçarak özgürlüğüne kavuşur. Labirenti yapan Dedalus oğlu İkarus ile Kral Minos’un emriyle labirente atılır. Dedalus buradan ne kadar çıkmaya çalışsa da çıkamaz.  Dedalus labirenti kendine ev yapar. Kral Minos ölür ve hayaleti labirentte Dedalus’u arar durur. Dedalus labirentten ancak balmumu ve tüylerden kanat yaparak oğlu İkarus’la kurtulur.  Yazık ki oğul İkarus babasının ikazlarına rağmen uçmanın cazibesine kapılıp yükseldikçe yükselir ve güneş balmumunu eritince de İkarus denize düşüp boğularak ölür.

 Hilmi Yavuz  “Labirent Sonnet” te şu dizelerle başlayıp “sen hüzünlesin belki, belki hüzünlerlesin” diyordu. Şiirin devamında Minotauros efsanesinde göndermelerde bulunan yaz sevdalısı şairimiz: “yaz, bir düğüm demektir, bu yüzden durup durup / sen dâimâ yazları, onları çözdüğünde / bir yumak olur aşklar... sanki hemen bulunup / da yiten labirente, gene ona yolculuk / etmeye geliyorsun... akşamları frengi- / li o resimdeki (hangi resim?) o soluk / ve çok tuhaf kadına... Ariadne, kahverengi... / âh, elbette ölüme endeksleniyor bu kent; / hem aynayla doluyum hem de bomboş labirent...”  Şair, kenti labirente benzetirken bir gerçeğe işaret etmekte. Evet, kent artık bir labirenttir. Geçmiş zamanın labirent ustası Dedalus, günümüzdeki bazı yerleşim merkezlerini görse şaşar kalırdı herhalde.

2014’te vizyona giren The Maze Runner “Labirent” filmi Hollywood’ün labirente dair çektiği son filmlerden biri olarak labirentteki bir grup gencin otorite ile mücadelesini işlerken bir açıdan Minatouros efsanesinden çağrışımlar taşıyıp sinema diliyle labirent üzerinde düşünmemizi sağlamakta. Çağımız insanı; hücreden insan bedenine, şehirlerden bilgisayarlara, siyasi arenadan ekonomiye, atomdan kainata dek mini veya makro labirentler iç içe yaşadığını fark etmekte. Labirent, son zamanlarda tüm çeşitlerini yanına alıp karşımızda arzı endam ederken insanlar bu labirentin içinden çıkmaya çalıştıkça J.Attali’nin ifadesiyle “insan her labirent çıkışında hep başka bir labirent bulmakta.” Birkaç asırdır insan her icatla, yeni keşiflerle belki de inanılmaz bir labirentin içinde olduğunu fark ediyor. Galile “Matematik dilini bilmeyen için evren içinden çıkılmaz bir labirent gibidir” diyordu. Aynı minvalde kelimelerin anlamına vakıf olamayan için hayat ruhsal bir labirenttir. Labirentte kaybolmaya meraklı günümüz insanı Kristof Kolomb gibi yeni kıtalar keşfedeceği düşüncesinde.  Ancak her keşif yeni labirentlere kapı aralıyor ve labirentler tavşanlar gibi üredikçe ürüyor. Bizler de Alis gibi her seferinde bu tavşanların peşinden koşarken yeni bir dünyada kaybolup gidiyoruz.



Serhat YAZICI



GÖNLÜN ÖNSÖZÜ

Sebeplerime boğdum seni
Kitaplarda seni bulayım diye
Gönlümün önsözünde hep en derine
İlk açılışta göz doldur diye

Şarkılarımda sakladım seni
Her anın ayrı şarkısı var gibi
Sen akord ben beste oldum sanki
Bilsen kulağa öyle hoş gelir ki

Anılarla yaşattım seni
İlmik ilmik dokudum aşk kilimini
Kalbimin duvarına astım eskiler gibi
Gözümün her dokunuşunda süslerdi hayallerimi

K


                         
SARI 

Ali KARTAL


UMUT

Kendime
Yüreğimin en sığ
Karanlık izbe köşelerine
Kabul ettirdim yakarcasına nurdan ışık
Geleceğin parlak olacağını

Ölüme doğan çocuklar
Çığlığında boğulan insan
Kuvvetin insafsız çelik pençesi
İmsak vaktini yarının
Çabuklaştırır sevgi deminde

Mermi bağrında son nefesi
Alçakça alçalan herkesi
Merhametsiz nefsin askeri
Kine ait her bir şeyi
Gömecek bayram arefesinde

Karanlık sisli şehirler
Rahmete yağmayan gece bulutlar
Aşısız bereketsiz rüzgâr
Bir müjdeli haberin
Beyaz güvercini gözümde 

İbrahim KAYA


                                            
KATRE-İ BARAN

Sigaranın dumanı odayı bütünüyle sarmış, halkalar oluşturarak tavana doğru yükseliyordu. Rutubet odanın kokusunu çekilmez kılıyordu. Lambanın cılız ışığı ancak loş bir aydınlık sağlayabiliyordu. Masanın üzerindeki küllük sigara izmaritiyle dolup taşmıştı. Odanın içerisi etrafa karamsar bir ruh hali yayıyordu. Duvara asılı saatin tik tak sesinden başka bir ses duyulmuyordu. Pencereler tamamıyla kapatılmış bir damla ışık gelmesi işten bile değildi. Kitaplık darmadağın, kitaplar etrafa saçılmıştı. O ise masanın üzerine kollarını dayamış bir elinde sigarası öteki eli saçlarını kavramış öylece duruyordu. Aldığı nefesteki oksijen oranı yok denecek kadar azdı. Aylar olmuştu dışarı çıkıp doğanın kokusunu ciğerlerine çekmeyeli. Kendi dünyasına kilitlemişti kendini. İnsanlar, arkadaşları yetmiyordu karanlığını aydınlatmaya. Her şey herkes anlamsız geliyordu kendisine. Aradığı çok farklı bir şeydi. Öncesi ve sonrasını değerlendiremiyordu. Yıllardır cevabını verebildiği sorular gibi değildi bu. Çok karmaşıktı, metafizik bir boyuttaydı. Hayatın, tabiatın, kendisinin var oluşu neye dayanıyordu. Darwin’in dediği gibi bir yaratıcı yoksa ve kendisi bir maymundan türediyse şimdiki maymunların suçu neydi. Reenkarnasyona inanmak için kocaman bir risk almalı çünkü geçmişte bir fare olabilirdi. Descartes’in ‘düşünüyorum o halde varım’ demesi ne kadar mantıklı olabilirdi? Var olmak için sadece düşünmek mi gerekiyordu? Aşk düşünen bir varlık olabilir mi ki? Necip Fazıl’ın ‘yokluk kendi başına yoktur’ demesi bir varlığa kanıt değil miydi? Siyahı algılamak için beyaz gerekir demekten ne farkı vardı. Materyalizmin dinamiklerine göre görülmeyen hiçbir şey yoksa Einstein’i neden dünyanın en zeki ve akıllı insanı kabul ediyorlar, Einstein’in aklını görebilmişler miydi? Bu soruların cevaplarını kendi süzgecinden geçirip bir şekilde tatmin olamaya çalışıyordu. Bir ara durdu, sigarasını söndürdükten sonra başını iki elinin arasına alarak tırmalamaya başladı. Saat içerideki havadan sıkılmış olacak ki tik tak sesleriyle kurtuluş arıyordu. Ayağa kalktı sinirli bir edayla oradan oraya yürümeye başladı. Tik tak tik tak. Beyni sulanmaya yüz tutmuştu. Nereden geldiğini bilmediği ses hep aynı şeyleri tekrarlıyordu.
-Varlığımın temeli nereye dayanıyor?
Kimine göre Tanrı kimine göre Allah olarak adlandırılan bir yaratıcı var mıydı? Varsa neredeydi? Sandalyeye tekrardan oturdu. Odanın kesif kokusu sağlıklı düşünmesini engelliyordu. Başını kaldırdı ve uzun uzun kitaplarına baktı. Dostoyevski, Tolstoy, Orhan Pamuk uzaktan O’na acırcasına bakıyorlardı. Kitaplığına göz gezdirdi vakit geçirmek, başka bir şeyle meşgul olmak için kitap okumaya karar verdi. Okumadığı kitap kalmamıştı raflarda. Bu fikirden vazgeçti. Bir ara Tolstoy’un ‘insan ne ile yaşar’ kitabı gözüne çarptı. Güldü ve dalga geçer bir tavırla ‘sevgi ile yaşar’ diye mırıldandı. Ruhuna işleyen fakat daha aklına hükmedemeyen bir ses işittiğinde sabah olduğunu anladı. Yine bu sesi duymamaktan yana kullandı tercihini. Saate baktı, aklına Tanpınar’ın ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ geldi. Bir ara Hayri İrdal oldu. Kendine gelince yatağına girdi. Yorganı iyice üzerine çekti. Korkuyordu. Sustu. Sessizlik olsun istiyordu ama nafile, tik tak, tik tak. Yorganı üzerinden attı, bacaklarını karnına doğru çekip yatağa oturdu. Titriyordu. Derin bir nefesten sonra ‘bütün bu düzenin, benim varlığımın nedeni ne’ diye düşünmeye başladı. İleri geri sallanarak ‘yok O’nu ne gördüm ne de biliyorum yok işte’ diyordu. İnsan bilmediğine düşmandır diyordu zatın biri. Gerçekten de sorgulayışı tamamen düşmanlık boyutuna geçmişti. Sallanmayı kesti, etraflıca düşünmek istiyordu neden sonra yine aynı ses tik tak. Saate baktı ve madde-ruh ikileminde aklın yeri neredeydi? Sustu.  Kafasındaki yapbozları birleştirirken ayağa kalktı uzun bir aradan sonra dışarı çıkmaya karar verdi. Giyindi tam dışarı çıkacakken pantolonu masanın kenarına takılıp yırtıldı. Dışarı çıkma düşüncesinden de vazgeçti masanın komplosundan sonra. Hava aydınlanmıştı. Pencereleri açmaya karar verdi. Serin, bol oksijenin içeri girdiğini hissetti. Güneşe baktı çiseleyen Nisan yağmuruyla kendisine gülücükler saçıyordu. Yatağının üzerindeki pantolona baktı. ‘Dikilmesi gerek’ diye düşündü. Üşendi, tekrar yatağa uzandı yorgunluktan olsa gerek hemen uyuyakaldı. Rüyasında kafasında birtakım seslerle cebelleştiği aşırı terlemesinden belliydi. Aniden uyandı ve kendi kendine hızlı ve sürekli aynı şeyleri tekrarlıyordu ‘bir iğne ustasız olur mu, pantolonunu sen dikmezsen kendi kendine dikilir mi’ pencereden dışarıya baktı gökkuşağı tüm zarafetiyle süzülüyordu. Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordu, gülüyordu...  

A. Bahtiyar GÜNDÜZ



DİLEK

Çocuklar ağlar burada her gece
Ruhlarını kaplar nice bilmece

Geride kalmış o eski şarkılar
Unutulur artık ata topraklar

Vatan kadar ağırdır ilgisizlik
İki gurbetmiş elde kimsesizlik

Yüreklerinde büyür bin bir dilek
Elbet taşır Rabbe kutlu bir melek

Bu bayram şu savaşlar artık dinsin
Dünyada silahlar silinip gitsin