2 Temmuz 2015 Perşembe

İbrahim KAYA


                                            
KATRE-İ BARAN

Sigaranın dumanı odayı bütünüyle sarmış, halkalar oluşturarak tavana doğru yükseliyordu. Rutubet odanın kokusunu çekilmez kılıyordu. Lambanın cılız ışığı ancak loş bir aydınlık sağlayabiliyordu. Masanın üzerindeki küllük sigara izmaritiyle dolup taşmıştı. Odanın içerisi etrafa karamsar bir ruh hali yayıyordu. Duvara asılı saatin tik tak sesinden başka bir ses duyulmuyordu. Pencereler tamamıyla kapatılmış bir damla ışık gelmesi işten bile değildi. Kitaplık darmadağın, kitaplar etrafa saçılmıştı. O ise masanın üzerine kollarını dayamış bir elinde sigarası öteki eli saçlarını kavramış öylece duruyordu. Aldığı nefesteki oksijen oranı yok denecek kadar azdı. Aylar olmuştu dışarı çıkıp doğanın kokusunu ciğerlerine çekmeyeli. Kendi dünyasına kilitlemişti kendini. İnsanlar, arkadaşları yetmiyordu karanlığını aydınlatmaya. Her şey herkes anlamsız geliyordu kendisine. Aradığı çok farklı bir şeydi. Öncesi ve sonrasını değerlendiremiyordu. Yıllardır cevabını verebildiği sorular gibi değildi bu. Çok karmaşıktı, metafizik bir boyuttaydı. Hayatın, tabiatın, kendisinin var oluşu neye dayanıyordu. Darwin’in dediği gibi bir yaratıcı yoksa ve kendisi bir maymundan türediyse şimdiki maymunların suçu neydi. Reenkarnasyona inanmak için kocaman bir risk almalı çünkü geçmişte bir fare olabilirdi. Descartes’in ‘düşünüyorum o halde varım’ demesi ne kadar mantıklı olabilirdi? Var olmak için sadece düşünmek mi gerekiyordu? Aşk düşünen bir varlık olabilir mi ki? Necip Fazıl’ın ‘yokluk kendi başına yoktur’ demesi bir varlığa kanıt değil miydi? Siyahı algılamak için beyaz gerekir demekten ne farkı vardı. Materyalizmin dinamiklerine göre görülmeyen hiçbir şey yoksa Einstein’i neden dünyanın en zeki ve akıllı insanı kabul ediyorlar, Einstein’in aklını görebilmişler miydi? Bu soruların cevaplarını kendi süzgecinden geçirip bir şekilde tatmin olamaya çalışıyordu. Bir ara durdu, sigarasını söndürdükten sonra başını iki elinin arasına alarak tırmalamaya başladı. Saat içerideki havadan sıkılmış olacak ki tik tak sesleriyle kurtuluş arıyordu. Ayağa kalktı sinirli bir edayla oradan oraya yürümeye başladı. Tik tak tik tak. Beyni sulanmaya yüz tutmuştu. Nereden geldiğini bilmediği ses hep aynı şeyleri tekrarlıyordu.
-Varlığımın temeli nereye dayanıyor?
Kimine göre Tanrı kimine göre Allah olarak adlandırılan bir yaratıcı var mıydı? Varsa neredeydi? Sandalyeye tekrardan oturdu. Odanın kesif kokusu sağlıklı düşünmesini engelliyordu. Başını kaldırdı ve uzun uzun kitaplarına baktı. Dostoyevski, Tolstoy, Orhan Pamuk uzaktan O’na acırcasına bakıyorlardı. Kitaplığına göz gezdirdi vakit geçirmek, başka bir şeyle meşgul olmak için kitap okumaya karar verdi. Okumadığı kitap kalmamıştı raflarda. Bu fikirden vazgeçti. Bir ara Tolstoy’un ‘insan ne ile yaşar’ kitabı gözüne çarptı. Güldü ve dalga geçer bir tavırla ‘sevgi ile yaşar’ diye mırıldandı. Ruhuna işleyen fakat daha aklına hükmedemeyen bir ses işittiğinde sabah olduğunu anladı. Yine bu sesi duymamaktan yana kullandı tercihini. Saate baktı, aklına Tanpınar’ın ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ geldi. Bir ara Hayri İrdal oldu. Kendine gelince yatağına girdi. Yorganı iyice üzerine çekti. Korkuyordu. Sustu. Sessizlik olsun istiyordu ama nafile, tik tak, tik tak. Yorganı üzerinden attı, bacaklarını karnına doğru çekip yatağa oturdu. Titriyordu. Derin bir nefesten sonra ‘bütün bu düzenin, benim varlığımın nedeni ne’ diye düşünmeye başladı. İleri geri sallanarak ‘yok O’nu ne gördüm ne de biliyorum yok işte’ diyordu. İnsan bilmediğine düşmandır diyordu zatın biri. Gerçekten de sorgulayışı tamamen düşmanlık boyutuna geçmişti. Sallanmayı kesti, etraflıca düşünmek istiyordu neden sonra yine aynı ses tik tak. Saate baktı ve madde-ruh ikileminde aklın yeri neredeydi? Sustu.  Kafasındaki yapbozları birleştirirken ayağa kalktı uzun bir aradan sonra dışarı çıkmaya karar verdi. Giyindi tam dışarı çıkacakken pantolonu masanın kenarına takılıp yırtıldı. Dışarı çıkma düşüncesinden de vazgeçti masanın komplosundan sonra. Hava aydınlanmıştı. Pencereleri açmaya karar verdi. Serin, bol oksijenin içeri girdiğini hissetti. Güneşe baktı çiseleyen Nisan yağmuruyla kendisine gülücükler saçıyordu. Yatağının üzerindeki pantolona baktı. ‘Dikilmesi gerek’ diye düşündü. Üşendi, tekrar yatağa uzandı yorgunluktan olsa gerek hemen uyuyakaldı. Rüyasında kafasında birtakım seslerle cebelleştiği aşırı terlemesinden belliydi. Aniden uyandı ve kendi kendine hızlı ve sürekli aynı şeyleri tekrarlıyordu ‘bir iğne ustasız olur mu, pantolonunu sen dikmezsen kendi kendine dikilir mi’ pencereden dışarıya baktı gökkuşağı tüm zarafetiyle süzülüyordu. Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordu, gülüyordu...  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder