KATRE-İ BARAN
Sigaranın
dumanı odayı bütünüyle sarmış, halkalar oluşturarak tavana doğru yükseliyordu.
Rutubet odanın kokusunu çekilmez kılıyordu. Lambanın cılız ışığı ancak loş bir
aydınlık sağlayabiliyordu. Masanın üzerindeki küllük sigara izmaritiyle dolup
taşmıştı. Odanın içerisi etrafa karamsar bir ruh hali yayıyordu. Duvara asılı
saatin tik tak sesinden başka bir ses duyulmuyordu. Pencereler tamamıyla
kapatılmış bir damla ışık gelmesi işten bile değildi. Kitaplık darmadağın,
kitaplar etrafa saçılmıştı. O ise masanın üzerine kollarını dayamış bir elinde
sigarası öteki eli saçlarını kavramış öylece duruyordu. Aldığı nefesteki
oksijen oranı yok denecek kadar azdı. Aylar olmuştu dışarı çıkıp doğanın
kokusunu ciğerlerine çekmeyeli. Kendi dünyasına kilitlemişti kendini. İnsanlar,
arkadaşları yetmiyordu karanlığını aydınlatmaya. Her şey herkes anlamsız
geliyordu kendisine. Aradığı çok farklı bir şeydi. Öncesi ve sonrasını
değerlendiremiyordu. Yıllardır cevabını verebildiği sorular gibi değildi bu.
Çok karmaşıktı, metafizik bir boyuttaydı. Hayatın, tabiatın, kendisinin var
oluşu neye dayanıyordu. Darwin’in dediği gibi bir yaratıcı yoksa ve kendisi bir
maymundan türediyse şimdiki maymunların suçu neydi. Reenkarnasyona inanmak için
kocaman bir risk almalı çünkü geçmişte bir fare olabilirdi. Descartes’in
‘düşünüyorum o halde varım’ demesi ne kadar mantıklı olabilirdi? Var olmak için
sadece düşünmek mi gerekiyordu? Aşk düşünen bir varlık olabilir mi ki? Necip
Fazıl’ın ‘yokluk kendi başına yoktur’ demesi bir varlığa kanıt değil miydi?
Siyahı algılamak için beyaz gerekir demekten ne farkı vardı. Materyalizmin
dinamiklerine göre görülmeyen hiçbir şey yoksa Einstein’i neden dünyanın en
zeki ve akıllı insanı kabul ediyorlar, Einstein’in aklını görebilmişler miydi?
Bu soruların cevaplarını kendi süzgecinden geçirip bir şekilde tatmin olamaya
çalışıyordu. Bir ara durdu, sigarasını söndürdükten sonra başını iki elinin
arasına alarak tırmalamaya başladı. Saat içerideki havadan sıkılmış olacak ki
tik tak sesleriyle kurtuluş arıyordu. Ayağa kalktı sinirli bir edayla oradan
oraya yürümeye başladı. Tik tak tik tak. Beyni sulanmaya yüz tutmuştu. Nereden
geldiğini bilmediği ses hep aynı şeyleri tekrarlıyordu.
-Varlığımın
temeli nereye dayanıyor?
Kimine göre
Tanrı kimine göre Allah olarak adlandırılan bir yaratıcı var mıydı? Varsa
neredeydi? Sandalyeye tekrardan oturdu. Odanın kesif kokusu sağlıklı
düşünmesini engelliyordu. Başını kaldırdı ve uzun uzun kitaplarına baktı. Dostoyevski,
Tolstoy, Orhan Pamuk uzaktan O’na acırcasına bakıyorlardı. Kitaplığına göz
gezdirdi vakit geçirmek, başka bir şeyle meşgul olmak için kitap okumaya karar
verdi. Okumadığı kitap kalmamıştı raflarda. Bu fikirden vazgeçti. Bir ara
Tolstoy’un ‘insan ne ile yaşar’ kitabı gözüne çarptı. Güldü ve dalga geçer bir
tavırla ‘sevgi ile yaşar’ diye mırıldandı. Ruhuna işleyen fakat daha aklına
hükmedemeyen bir ses işittiğinde sabah olduğunu anladı. Yine bu sesi
duymamaktan yana kullandı tercihini. Saate baktı, aklına Tanpınar’ın ‘Saatleri
Ayarlama Enstitüsü’ geldi. Bir ara Hayri İrdal oldu. Kendine gelince yatağına
girdi. Yorganı iyice üzerine çekti. Korkuyordu. Sustu. Sessizlik olsun
istiyordu ama nafile, tik tak, tik tak. Yorganı üzerinden attı, bacaklarını
karnına doğru çekip yatağa oturdu. Titriyordu. Derin bir nefesten sonra ‘bütün
bu düzenin, benim varlığımın nedeni ne’ diye düşünmeye başladı. İleri geri
sallanarak ‘yok O’nu ne gördüm ne de biliyorum yok işte’ diyordu. İnsan
bilmediğine düşmandır diyordu zatın biri. Gerçekten de sorgulayışı tamamen
düşmanlık boyutuna geçmişti. Sallanmayı kesti, etraflıca düşünmek istiyordu
neden sonra yine aynı ses tik tak. Saate baktı ve madde-ruh ikileminde aklın
yeri neredeydi? Sustu. Kafasındaki
yapbozları birleştirirken ayağa kalktı uzun bir aradan sonra dışarı çıkmaya
karar verdi. Giyindi tam dışarı çıkacakken pantolonu masanın kenarına takılıp
yırtıldı. Dışarı çıkma düşüncesinden de vazgeçti masanın komplosundan sonra.
Hava aydınlanmıştı. Pencereleri açmaya karar verdi. Serin, bol oksijenin içeri
girdiğini hissetti. Güneşe baktı çiseleyen Nisan yağmuruyla kendisine
gülücükler saçıyordu. Yatağının üzerindeki pantolona baktı. ‘Dikilmesi gerek’
diye düşündü. Üşendi, tekrar yatağa uzandı yorgunluktan olsa gerek hemen uyuyakaldı.
Rüyasında kafasında birtakım seslerle cebelleştiği aşırı terlemesinden
belliydi. Aniden uyandı ve kendi kendine hızlı ve sürekli aynı şeyleri
tekrarlıyordu ‘bir iğne ustasız olur mu, pantolonunu sen dikmezsen kendi
kendine dikilir mi’ pencereden dışarıya baktı gökkuşağı tüm zarafetiyle
süzülüyordu. Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordu, gülüyordu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder