4 Haziran 2015 Perşembe

Salih HİLMİ



KAHVE KEDERİ

Sen bazen çığlık taşıyorsun
Pişmanlık papatyalarıyla fal açarken
Bayramlar neden böyle serçe bahçelidir?
Kayboluyorsa istasyonlarda trenler
Atalar elbet buna güneş çözümü bulacak

Yastık istemezsen taze çiçeklere yaslan
Kaybol hemen kaybol yapraklarında
Akıcı ebrular hazırla yitik zamanlara
Sonra ressamlar çizsin en ilginç kazları
Kazlar ki tıslamalarıyla yılanlara model

Daireler kamil insan olmayı unutmuş, ekmek davası
Balıklar şimdi ekmek dağıtır, oltamı martılar kapar
Şeffaf babalar uzak rüzgarlar taşır sırtlarında
Uzaklar tenha evlerde pişen çorbadır
Hamal babalar kamyonlarla dosttur

Dumanı üstünde türküler yoksa billur şarkılar söyle
Dükkan huzuruyla mangal sepetini hazırlarken
Şimdi güzel sonra kirli ve kullanılmış
Kahve kederi pişirsek cezvede fincanlar almaz
Çaylar da dikiş nakışlı her sökük kalp gibi

Metehan FİDAN



BENDENİZ

Nefsimle aram bozuk, biraz alevli biraz
Sayamadım iki üç mü, bu giryana bir az
Tabiplere kâr olmayan, bilinmeyen araz
Gölgelere nezaretim, rezaletim BENDENİZ..

Ne illetmiş yaramdaki katıksız merhamet
Her yanıma nüfuz eden korkusuz nedamet
Kör kuyu diplerinde aradığım keramet
Siyah beyaz giymekteyim, elbisesiz BENDENİZ..

Mihnete şadan olmak isteyince olmuyor
Nasipsiz fakirhane üç kuruşla doymuyor
Susamayan gül için bu çarkhane dönmüyor
Dikilmeye kumaşsızım, bedensizim BENDENİZ..

Henüz körpe haliyle tutuşmaya hevesim
Yüzüme bakan yok mu, yetmiyor mu nefesim
Hor görmeye yazılmış, kırılmayan kafesim
En verimsiz toprak benim, yeşermeyen BENDENİZ..

Abdülmecid ORHAN



BARDAĞA DAİR

Çevremizde her gün envai çeşit bardakla karşılaşırız. Her biri farklı renk, desen, şekil, malzemeden oluşan bardağın temel işlevi sıvı tüketmek olsa da somuttan soyuta doğru bize bir anahtar olabilmektedir. Oğuzcadan alınan “bart”, su içilen kap anlamındayken buna “–ak” eki getirilmiş ve zamanla bardağa dönüşmüştür. Eskiden topraktan, taştan, porselenden imal edilen bardak; kimi bölgelerde ağaçların kesilip yontulup şekil verilmesiyle de ortaya çıkmıştır. Hatta bu minvalde “eski çamlar bardak oldu” deyimi günlük hayatta hâlâ kendine yer bulmaktadır.
Çoğunlukla aşağıdan yukarıya doğru genişleyen kalıbıyla bardağın cam olanı tercih edilmektedir.  Cam eski çağlarda Fenikeliler tarafından bulunup daha sonra Mısırlılarca daha geniş alanlarda kullanılmıştır. Camın bardak halini alması ise ancak 19. asrın ortalarını bulur. 20.asrın başında İstanbul’da ince belli çay bardağının ilk numuneleri çıkar. O günden sonra edebiyatımızda çay, bardak ve kaşık üzerine nice şiirler, hikâyeler, denemeler yazılır. Bir zamanlar pek çok yazarın, şairin elinde sigara resmini görmeye alışık olan gözlerimiz günümüzde çay bardağına rastlamaktadır. Şair Nevzat Çelik, Şafak Türküsü şiirinde “Anladım ki küllenen sigaradır / Soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm” derken düşündürücü, kalıcı bir imge bırakır sigara ve çayla. Küllenmek ve soğumak, hayata farklı pencereden bakan iki dize…
Bardağa ayran, su, içki, çay, meyve suyu, ilaç, zehir, zemzem vs. gibi farklı sıvıları dökerken insanın iç dünyası her birinde değişir. Susamışa bir bardak su verenin aldığı dua, eşine ince belli bardaktan sıcak bir çay uzatan kişinin sükûneti, Kâbe’de güneşin harareti altında bardaktaki zemzemi yudumlayan Müslüman’ın manen kavileşmesi, hastalık ıstırabıyla kıvranan kişinin bardaktaki şurubu içerken deva bulma ümidi, kilisede ekmek ve şarap ayininde bardaktaki şarabı içen Hıristiyan’ın hayata bakışı, düşmanının bardağına zehir koyan harisin intikam hırsı, bardak bardak içkiden sonra bir sarhoşun arabaya binmeye çalışırken ki tuhaf özgüveni, piknikçinin köftenin yanında bardaktaki ayranı içerken taşıdığı o derin keyif … Elde bir bardak var, ancak içindeki sıvıya göre değişen ruh ve kalp dünyası…
Ege tarafında Pisagor’un ilginç bir bardağı satılmaktadır. Bardağın ortasında bir çıkıntı bulunur ve içine koyduğunuz su, bu çıkıntının seviyesini geçerse bardağın altındaki deliklerden su akmaya başlar. Bardaktaki suyu içmek istiyorsanız yükseltiyi geçmemelisiniz, aksi halde “aza kanaat etmeyen, çoğu da bulamaz ”felsefesiyle baş başa kalıp aç gözlülüğünüzün yüzünüze vurulduğunu hissedersiniz. Bu bardağın başka bir ismi de, kendini bil bardağıdır. Bir ahlaki öğretinin bardakla somutlaştırılıp uygulamaya geçirilmesi saatlerce nasihat etmekten daha faydalı değil midir? Neticede tecrübe, bilginin bir adım ötesindedir.
Rivayet o ki eski zamanda bir çırak, meslek öğrensin diye verildiği bir marangozun yanında her şeyden şikayet ediyor ve işlerini adamakıllı yapmayıp ustasını canından bezdiriyordu. Ustası nice zaman sonra, çırağa bir bardak su ve bir miktar tuz alıp gelmesini söyler.  Çırak denileni yapıp gelince ustası, bir avuç tuzu bardağa döküp bunu içmesini ister. Çırak şaşkınlıkla içer. Ancak içer içmez tükürüp “Usta, bu çok acı. İçemem!” diyerek tepkisini gösterir. Usta, çırağına “Gel peşimden.” deyip çırağı peşine takarak kasabanın ilerisindeki göle götürür. Usta beş avuç tuzu göle döküp göldeki suyu içmesini ister. Çırak bir miktar su içtikten sonra usta sorar “Suyun tadını beğendin mi?”Çırak memnuniyetle ”Gölün suyu çok güzelmiş, usta” der. Ustanın “Tuzun acısını hissettin mi?” sorusuna çırak, “Hayır.” der. Usta “İşte hayattaki olumsuzluklar, birkaç avuç tuza benzer. Bir bardak kadar küçük bir gönlün varsa her sıkıntıda bunalırsın. Göl gibi geniş bir gönlün varsa hayattaki dertler o gönlün içerisinde eriyip kaybolur ” diyerek çırağına mühim bir ders verir. Eski şiirimizde bardak manası farklı elbiselerle karşımıza çıkar. Kimi dizede kadeh, kimisinde câm, kimisinde sâgar, kimisinde piyâle, kimisinde ise bâde sözcüğünü giyerek şairlerin gönül dünyalarına tercüman olur. Bazen bardak gerçek anlamıyla meyhanedeki şarap konulan kadeh iken tasavvufi manada İlahi aşk şarabının temsilidir. Misâl verirsek bâde şarap anlamında Farsça bir kelimeyken mecazi manada kadehe işaret eder. Mutasavvıflar ruhların dünyaya inmeden evvel, Rabb’in huzurunda toplandıkları meclise bezm-i elest der. Ruhlar Araf Suresi’nde haber verildiği üzere, Rab Teâla‘nın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Belâ (Evet)” karşılığını verirler. Bunun üzerine aşk bâdesi, elest bezminde içilmiştir. Ânasır alemi bedeni oluşturması nedeniyle ruhlar bu bağdan kopup İlahi aleme yani bezm-i eleste özlem duyar. Mürşidler de işte bu mana aleminden İlahi feyizler getirir. Mürşid, taliplerine ya da dervişlerine İlahi aşkın muhabbetini kadeh, bâde veya peymâne ile sunar. Şair Behiştî  o güne atıfta bulunurken şunları söyler: “ Kimdir sana ‘belî’ demeyen ey behiştî kim / Var sözlerinde râyiha-i bâde-i Elest”. Şeyyad Hamza da  tasavvufi bir ilinti kurup “Ecel tutmuş elinde bir ulu câm / Ki ol câmın içi dolu serencâm” derken İlahi aşkı şarapla, aşığın gönlünü kadehle somutlaştırır.
Bazı şairlerimiz de bardağı tasavvufi manalarla anlatmayı tercih etmez. Ziya Paşa bedeni kadehe benzetirken “Ya Râb ne eksilirdi deryâ-yı izzetinden / Peymâne-i vücûda zehr-âb dolmasaydı” diyerek hayata dair bir şikayette bulunur. Ahmet Haşim “Zannetme ki güldür, ne de lâle / Âteş doludur, tutma yanarsın / Karşında şu gülgûn piyâle” mısralarında kadehi tutmanın cesaret gerektirdiğine işaret ederken Fuzuli’nin bu alevden içtiğini ve Mecnun’un bu iksirle kendinden geçtiğini hatırlatır.
Bardak kimi zaman tüm şatafatı ve pırıltısıyla zenginliğin, gücün simgesi olur muktedirlerin masasında. Ellerinde en alımlısı, irisi, pahalısıyla zayıflara karşı sanki şeffaf bir kalkan gibi duruverir. Bardağa çarpan ışık parçacıkları bin bir renge dönüşürken hem onu elinde tutanı büyüler hem de izleyenleri farklı formatlarda tesiri altında tutar. Nice talihsizin hayalinde yer bulamayan şaşaa bardağı, güç ve ihtişamı kristalize bir biçimde nüfuzlunun önünde gururun zirvesinde ezginlere karşı kudretini takviye eder. Kişinin o esnada aklına halifeyken Ebu Bekir efendimizin iftarı gelir mi? Biraz hurma ve soğuk bir bardak su ikram edilmiştir kendisine. Birkaç yudum aldıktan sonra gözyaşlarıyla bunları bırakır. Efendimiz Hz. Muhammed ‘in (asm) dünyanın cazip bir şekilde kendini kabul ettirmeye çalışmasına rağmen yüz bulamayıp geriye dönmesini hatırlamıştır. Yanındakilerin şaşkınlığı üzerine “Ben bu bardaktaki soğuk suyu içerken dünyayı kabul edenlerden mi oldum diye ağladım.”der.
Bardak ve içindeki sıvının nevi asırlardır insanoğlu için neşe, hüzün, sevinç, keder, huzur olarak tecessüm etmekte. Bu imtihanı kaybetme ve kazanma noktasında insan kalp ve zihin bardağına daima hoş, rayihalı, hoş ve faydalı sıvıları doldurmayı bilmeli.

Mihrali KARABIYIK



KOŞAK

I.

İçimde soğuk bir alevle dağlara koşuyordum. Gözlerimden soğuk, erkek yaşlar akıyordu. İçimdeki sevgisizlik ağaçlara çarpıyordu. Gövdelerinde bin yıllık yaralar açıyordum. Düştüm. Yine düştüm. Kalktım ve koştum. Parçalanmamak için durmuyordum. Durmamalıyım. Dursam yok olacaktım. Gözlerimden çelik gibi yaşlar aktı. Rüzgarı keserek geçiyordum ormandan. Ormanın da kalbi vardı ama. O da acıyordu. Kalbine batan ağaçlardan acı reçineler akıyordu. Ama ben koştum. Reçineleri acıtan adımlarla koştum. Ormanların kalbine yarıklar açarak soludum. Renk yoktu hiçbir yerde. Kalbim artık çarpmıyordu. Koştum. Yüzümdeki acı ağaçlara çarptı, parçalandı. Ayaklarım kuraklaştı. Gözlerimden çelik damlalar aktı. Kulaklarımda şaman davulları, çığlıklar, ruhlarla, göğüsleri patlamış aygırların ruhlarıyla koştum. Dursam ruhumdan olacaktım. Boğazımda koca bir volkan düğümlenmişti. Kendimi bıraksam patlayacaktım. Koştum. Nefesim lav kokuyordu, gözlerimden elmas damlalar akıyordu. Ve nereden geçtiysem yıkarak geçtim. Dursam yıkılacaktım. Bir kalbim olsa dururdum. Oysa mavi bir ışık vardı. Soğuk bir alevdi, neye dokunsa donduruyor, parçalıyordu. Ben koştum. Gün doğmuyordu. Kızıl şafak ne demekti anımsayamadım. Çok aklım kalmamıştı. Koşmalıydım. Yoksa boğazımdaki düğüm yırtılacaktı. Göz kapaklarımın altında karanlık bir duman deviniyordu. Peki kim görüyordu? Aklım az kaldı. Koşmalıyım. Ellerimi göremedim. Mavi ışık kayboluyordu. Kararsız bir gölge gibiydi. Koşuyordum. Aniden karşıma çıktım. Durdum.

II.

Parçalarımdan yeni bir evren kuruluyordu. İhtiyar ağaçların genç tohumları gibi dağılmıştı. Binlerce çocuk için bir adam ölmeliydi. Duruyordum. Aklım da kalmamıştı. Çocuk döllenmiyordu binlerce toprağın rahminde. Devinmeyi bırakan gölgelerin üzerinde kuşlar yoktu. Karanlığa baktıkça taşlaşıyordu çocuklar. Henüz döllenmemiş çocukların ruhları, karanlık yılkıların toynaklarına yapışıyordu. Bir iblis ve çocukları umutla koşuyordu. Karanlık ve parçalanmış olmam istenmişti. Öyle olacaktım. Oldum. Bunu bilecek kimse kalmayana kadar koşmuştum. Koştuğum gün görünmüyordu. Gören kimdi peki? Ya düşünen kimdi? Döllenen her karanlıkta genişliyordum. Devinen ve hırçınlaşan bir evrenin gölgesi beliriyordu. Başım döndü. Kustum. Mecburdum. Benden bunu istemişti yok olanlar. Yılkıların göğüslerine çarpıp boynu kırılan çocuklar kustum. Hepsinin kalbine gözümden akan parlak taşlar saplanmıştı. Ayıkladı taşları şarkın ve kuzeyin iblisi ve çocukları. Bir ayaz, akşamın kirpiksiz göz kapaklarını dondurmuştu. Nefesleri donuyordu gölgelerin. Gölgeleri donuyordu nesnelerin. Her parçam bir evrene dönüşmüş duruyordum. Evrenin karanlık atlarının ruhlarıyla duruyordum. Durdum. Kimsenin gücü yetmiyordu.

III.

Söz kalmadı sanıldı ben durunca. Tanıyamadılar duranı. Hep duruyor sandılar. Sandıklarıyla gölgeler taşıyorlardı yeni koşucular tahrik etmeye. Farketmediler ne olduğunu. Onlar baktıkça ve bakmadıkça tahrik oldu koşucular. Bilmediler yeni çocuklar ölecekti. Yaratılmamış çocuklar. Bir şey yapmak gerekliydi. Tek çaresi vardı koşucuların. Onlar, koşucuları anlamadılar. Baktılar ve bakmadılar. Başta duruyordu koşucular. Koşmaya başladılar. Ben yalnızca izliyordum. Parçalarım bir evrene dağılmıştı. İzleyen neydi peki? Şimdi koşuyordu sayısız koşucu. Sayısız evrenin parçası olacağından habersiz bir erlik inadıyla. Akılları az kalmıştı, koşuyorlardı. Binlerce çocuk kusulacaktı, binlerce iblis ve çocukları zengin olacaktı. Daha savaşlara gelmemiştik. Bunlar bir çağın adamlarına yazılmış sanılacaktı. Çocuklar yeni ölmüyordu. Koşucular da yeni değildi. Durduk. İnfilak ettik. Evrenin içiydik. Peki anlayan neydi?

Ali KARTAL




SESSİZLİK

Anlaşılmamak, anlatamamaktır sessizlik
Kendini yiyip bitirmek ancak lakin
Elleri böğründe kalakalmaktır sessizlik

Coşkun bir sel olduğunda duyguların
Bir set çekmektir önüne sessizlik
Ruhunu kor gibi hasret yaktığında
Onunla yaşamayı bilmektir sessizlik

Kızgınlığın alev olup mu düştü gözlerine
Düşünmektir bir başka dünyayı sessizlik
Ruhun kabardı, gözün karardığı an
Bir sığınak, açılır kapıdır sessizlik

Söylemek istemesem de ve nihayet
İçimdeki gerçek sestir sessizlik



A. Bahtiyar GÜNDÜZ



KUTLU SENFONİ

Ayrılmıştık yıllar önce sessizce ülkeden
Dönmeyecektik şu cihana barış gelmeden

Dünya görecekti bu kardeşliği huzuru
Yoktu sanki hiçbir yerde iyilik şuuru

Bu diyardan kıtalara yayıldı şevkimiz
Duydu cihan sözümüzü insandı derdimiz

Yıllar eskidi birer birer avucumuzda
Genişledi ruhumuz sonraki zamanlarda

Çilenin çocukları artık olmuştu gürbüz
Gerçeğin kutlu senfonisi başladı henüz

Osman Tarık ÇETİNKAYA



İNSANIZ YA

Kayıp gidiyor metropole senkronize hayatlar.
Çoğu zaman kör düğüm oluyor tüm umutlar
Sanırım daha çoklar insandan, insana bulananlar
Bu kentte her satırda bir bomba patlar !

Kaybedecek neyimiz kaldı ki dünyadan başka ?
Zaten onu da iyice benzetiyoruz kendimize.
Bir kurşunla diner mi o içimizdeki fırtına ?
En afilli kaşifin bulamadığı gönül mahzenimizde.

Zorla dilendirdiğimiz çocuklardır belki sokakların soluk borusu.
Duygular yağmura bırakıldığından ıslak.
Sokakta çare çaresizliğe tutuldu.
Ufak, titrek elleriyle geçiyor her gün bir aklı muallak.

Ömrümüz geçiyor bir akrep - yelkovan  yarışında.
Manzaralar gri bir şiir nazarında.
Batıyoruz her gün dibe bir sanatçının sanatında.
Bir de insan arıyoruz, kendimiz çok insanız ya.

Muharrem ÇELİK



ORGANİK AHLAK ( KINALIZADE’DEN İLHAMLA )

Osmanlıdan Günümüze Kişisel Gelişim - 2

Evlenilecek Kadında Aranılan Özellikler

Bir kadının evlilik için uygun ve iyi bir eş olduğuna işaret, ev yönetiminde eşine yardımcı ve ortak olması, eşinin olmadığı zamanlarda malını ve ailesini korumasıdır.
Eşi yanındayken zor işlerde öğüt verici ve danışman, kötü zamanda teselli edip arkadaş olandır.
Kadına aile reisliği görevinin verilmemesi onun başaramayacağından değil, kadının aile yönetiminde erkeğe ortak ve yardımcı olmasının daha uygun olacağındandır.
Kadınların en faziletli ve en mükemmeli akıl, din, iffet, namus, edep, haya, eşine sevgi ve samimiyetle vasıflanmış olandır.
Kadınların en faziletlisi eşinin rızası olduğu şeyleri kendisi için önemli sayan, namusunu korumayı en büyük arzusu bilendir.
Kadınların faziletlisinin zıddı dili uzun, hakkı bilmez olan kişidir. Maalesef dili uzun, hakkı bilmeyen kadınların çok olduğunu belirtmeden geçemeyiz.
Bekâr bayanla evlenmek dulla evlenmekten daha uygundur. Çünkü edebi ve eşine uyup boyun eğmesi ve onun güzelliğine bakması bekârda daha fazladır.
Erkek kendisiyle makam ve mevkide dengi olmayan kadına rağbet etmemelidir.
Erkek, kadının çok malı, parası, kiragelirleri, tarlaları olduğu için kadına evlilik teklifi yapmamalıdır.
Çok mal mülk sahibi olmak kadının üstünlüğüne ve evde hâkimiyetine sebep olur. Ev yönetimi ile ilgili işlerin bozulmasına sebep olabilir.
En uygun (Saliha) kadın yukarıda sayılan güzel özelliklere sahip olduktan sonra, güzellik, iyilik, itibarlı kişilere yakınlık, zenginlik ve servet sahibi olmaktır. Bu nitelikteki kadınla evlenen erkeğin Allaha sayısız şükretmesi gerekir. Bazı âlimler Rabbena duasındaki “Bize dünyada ve ahrette güzellikler ver.” sözündeki dünyadaki güzelliğin bu özellikleri taşıyan bir eş olduğunu söylemişlerdir.
Bütün güzel özellikler bir kadında aynı anda bulunmayabilir. O zaman akıl, iffet ve haya sahibi kadın tercih edilmelidir.
Sırf güzellik, asalet, zenginlik, yüksek kazancı olma gibi özellikleri olan bayanların tercih edilmesi üzüntü ve yorgunluğa, belki de helak olmaya sebep olup din ve dünya işlerinin bozulmasına sebep olup din ve dünya işlerinin bozulması ihtimalini ortaya çıkarır.
Geçmiş zaman âlimleri sırf güzelliğinden dolayı evlilik teklif etmemek gerektiğini söylerler. Çünkü güzellik ve iffet bir arada az bulunur. Güzel kadını, arzularının peşinde koşan pek çok insan ister. Eskilere göre kadınlarda zayıf akıllı oldukları için bunlara kanıp doğru yoldan çıkarak arzularına uyarlar.
Çok çirkin kadından da kaçınmak gerekir. Kadın çok çirkin olunca nefsi onunla kanaat etmez ve haram olan başka kadınlarla ilgilenmekten ya da çirkin olan karısının ölümünü dilemekten kendisini alıkoyamaz.
Aşırı çirkin ve aşırı güzel kadından kaçınmak gerekir. Her şeyin ortası iyidir.

Yunus TUĞRUL



NE OLUR GELİN!

Tutmayan bir el, yazmayan bir kalem, sessizlik içinde kaybolmuş bir ses. Bağırmak, haykırmak istiyorum ama boğazımın, bir kanca takılmışçasına yırtıldığını hissediyorum. Bağıramıyorum, sesime anlatamıyorum kendimi. Sessizlik bastırıyor sesimi, anlatacaklarımı anlatamıyorum. Sonsuzluk içinde var olmaya çalışan biri olarak sesleniyorum size. Yalnız, tek başıma ve hiç kimse olmadan. Duygularım, kalemim ve gözyaşlarım, dostum oluyor. Onlar anlıyor beni ve onlarla anlatıyorum kendimi.
Sesim bu sessizlikten size geliyor mu? Bağırıyorum, duymuyor musunuz beni? Ses tellerimin titrediğini hissedebiliyorum. Sanki birazdan terk edecekler beni.
Dönsenize arkanıza, baksanıza ayaklarınızın altına beni orada unuttunuz. Siz de gitmeyin, bakıp da görmeyen gözler gibi. Ne olur söyleyin bana güneşi, denizi, dünyayı, sizi, beni Yaratan kim? Anlatın, tanıtın ve öğretin O’nu bana. Kurtarın beni bu dipsiz kuyunun dibinden. Çıkarın bu kendini bile batıran bataklıktan.
Hani dağılmıştınız dünyaya. Hani her yerde siz vardınız? Güneşin doğup battığı her yere gidiyordunuz ya, bizim de güneşimiz var ne olur bizim yanımıza da gelin. Yoksa unuttunuz mu beni? Unutmayın ve aydınlığa çıkarın karanlıkta kalmış kararmış benliğimi.
Ben kim miyim? Nerde miyim? Hani şu adını bilmediğiniz, haritada yerini gösteremediğiniz ülkeler var ya işte oradayım ben. Isıtın, aydınlatın, kurtarın beni.
Bu mektubu size akan kanımı mürekkep, parmaklarımı da kalem yaparak yazıyorum. Ama mürekkebim bitmek üzere. Gözlerim, kararmış karanlıkta daha da kararıyor.
Durun! Galiba O’na gidiyorum. O çağırıyor beni. Ben buldum O’nu. Ne olur diğerleri……

Murat EROĞLU



CİHAN DEVLETİNDE SIRLI SULTANLAR

Tarihimizde yaşayış ve sohbetleri ile insanların İslâm’a gönülden bağlanmasına vesile olmuş büyük insanlar vardır. Bu büyük insanlar yaşamış oldukları şehirlerin manevî merkezi haline gelmişlerdir. Nitekim İstanbul’da Eyüp Sultan, Ankara’da Hacı Bayram-ı Veli; Konya’da Mevlâna, Erzincan’da Terzi Baba; Kastamonu’da Şeyh Şaban-ı Veli ve Bursa’da Emir Sultan bu büyük insanlardandır.
Bu haftaki serimize, Anadolu’yu aydınlatan, iç gözlerine hikmet sürmesi çekilen Hak kahramanı Buharalı Seyyid Emir Sultan’la devam edeceğiz.

Buharalı Seyyid Emir Sultan

Emir Sultan, Anadolu’yu aydınlatanlardan… İç gözlerine hikmet sürmesi çekilen Hak kahramanlarından… Bursa deyince akıllara ilk gelen Emir Sultan’dır. Çünkü Bursa’ya manevî gıdaların salkımını veren O büyük Velî’dir. Emir Sultan, yeni yepyeni ve taptaze bir toprakta mekân tutmak üzere Orta Asya’dan Anadolu’ya akan Türk boylarını mayalamak gayesiyle, Horasan illerinden kopup gelmiştir. Nesepleri tâ Hazret-i Ali’ye, ondan da Allah’ın Sevgilisi Hazret-i Muhammed’e (sav) uzanmaktadır. Yani seyyidler kolundan.  Asıl adı Muhammed Şemseddin olan Emir Sultan, 1368’de Buhara’da doğmuştur. Babası, çömlekçi mânâsına gelen “Emir Külâl” lâkabı ile tanınan devrinin mutasavvıflarından Seyyid Ali’dir. Soyları itibarıyla “Emir”, Buhara’da doğmalarından dolayı “Emir Buhari” veya “Emir Şemseddin-i Buhari” dendiği gibi, veli olmasından ve aynı zamanda Sultan Yıldırım Bâyezid’e damat olmasından dolayı da, “Emir Sultan” denmektedir.
Emir Sultan Hazretleri ilk tahsilini her şeyiyle Müslümanlığın yaşandığı aile ocağında görmüştür. Babası, yedi yaşında iken annesi vefat eden oğlu Muhammed Şemseddin’in (Emir Sultan) örnek bir insan olarak yetişmesi için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Oğlunu, İslâm’ın özünde var olan yüksek insan sevgisi ile yetiştirmeye çalışıyordu. Bunun yanında oğluna kendi mesleği olan çömlekçiliği öğretiyordu. İşte oğluna verdiği nasihatlerden bir misal:
“Oğlum! Peygamberi anandan ve babandan daha çok sev. Soyunla övünme. Yalan söyleme, her gününü son gününmüş gibi tamamlamaya çalış. İlim öğren ve bunda asla üşenme. Selâm vermeden hiçbir topluluğa girme. Hz. Kuran ve hadisler sana yol gösterecek. Oğlum! hayat her şeyi ve her yanıyla senin için bir mekteptir. Hayra koş; kötülükten kaçın. Unutma ki en büyük silâhın Allah’a ettiğin dua olacaktır.”

Kendini bildi bileli ilim meclislerine koşar. Okur, okutur, öğrenir, öğretir, hasılı iyi yetişir. Babasının vefatı üzerine Medine’ye yerleşmeye niyetlenir. Artık Âlemlerin Efendisine komşu olmalı ve ömrünün sonuna kadar kalmalıdır orada. Nitekim önce hacceder, sonra Münevver Belde’ye geçer.
Ama bakın şu işe ki, o yıl görülmedik bir kalabalık vardır. Yine de misafirhanelerden birinde kıvrılıp uyuyacak kadar olsun bir yer bulur, döşeğini serer. Ancak binaya bakanlar alelacele gelir, başına dikilirler.
“Ama efendim” derler, “orası Seyyidlere ayrıldı” Seyyid Muhammed güler. “İyi ya” der, “Ben de Seyyidim zaten.” Görevliler “Hadi canım sen de” demezler belki, lâkin delil isterler. Seyyid Muhammed ellerini çaresizlikle açar, boynunu büker.
“Buraların yabancısıyım, söyleyin kim şahit olsun bana?” der.
– Peki ama, biz nasıl inanalım sana?
– Durun. Bir şahit buldum galiba.
– Kimi?
– Dedemi!
Seyyid Muhammed “Buyrun!” der, önlerine düşer. Mescid-i Nebi’ye gelirler. Genç Seyyid kabre döner, “Esselamü âleyküm ya ceddi!” der. Kabirden çok tatlı bir ses duyulur:
– “Ve âleyküm selâm ya veledi!”

İstikamet Anadolu

Seyyid Muhammed Medine’de yerleşmeye niyetlidir, ancak bir gece rüyasında Resulullah Efendimiz’le,  Hazret-i Ali’yi görür. Ona, Anadolu’ya gitmesi emredilir. Üç nurdan kandili takip edecek, kandillerin söndüğü yerde yerleşecektir.
Seyyid Muhammed uyandığında kandilleri karşısında bulur. Hemen o gün hazırlanır,  çıkar yola. Seyahat haftalar sürer ve bir gün kandiller söner. Uludağ eteklerinde yemyeşil bir beldededir şimdi... Bursa’da!
Yöre halkı onu keşfetmekte gecikmez. Etrafında halka olur sohbetine katılırlar. Hatta Sultan derler ona. Emir Sultan! O günlerde Yıldırım Bâyezid Macarlar’la savaşmaktadır. İki tarafta güçlü, haliyle kayıplar büyüktür. Yaralılar öylesine çoktur ki çadırlardan taşar. Üstelik cerrah sıkıntıları vardır. Ancak, revirde o güne kadar tanımadıkları bir genç peydahlanır. Görünüşe bakılırsa son derece mahir bir hekimdir. Hatta günün birinde sultanın kolundaki yarayı sarar. Kesik derindir, ama tutkalla yapıştırılmışçasına iyileşir. İzi bile kalmaz. Yıldırım Bâyezid sargıyı çözerken hayretten dilini yutar. Zira bu hanımının nişanlıyken kendisine verdiği mendilin yarısıdır. Sırrı bilmek ister. Ama esrarengiz genç yoktur ortalıkta.
Niğbolu müstahkem bir kaledir. Osmanlı ordusu büyük kayıplar vermesine rağmen tek taş sökemez. Görünen o ki, bu gidişle kaleye girmeleri ham hâyâldir. Ama Yıldırım kolay pes etmez. Büyük bir âzimle yürür surların üstüne. Tam ümidini yitirmek üzeredir ki, kale kapısı açılır. Osmanlı ordusunu âdeta içeri buyur eden genç kolundaki yarayı saran hekimin ta kendisidir. Yıldırım Bâyezîd ve askerleri kaleye girerler. Kaledekiler, bu durum karşısında teslim olmak mecburiyetinde kalırlar. Zaferden sonra bu genci arasalar da yine bir türlü bulamazlar.

Fatıma Sultan’ın Rüyası

Yıldırım o yıl Edirne’de konaklar. Ailesi Bursa’dadır. Bâyezid’in Hundi Fatıma adında hâya ve takva sahibi bir kerimesi vardır. Bu kızcağız bir gece rüyasında Efendimiz’i görür. Ondan Muhammed Buhari ile evlenmesi istenir. Ama kızcağız edebinden kimseye bir şey söyleyemez. Ertesi gün Server-i Kainat yine rüyasını şereflendirir ve “Eğer” buyururlar, “Ahirette şefaatime kavuşmak istiyorsan dinle beni!”
Hundi Fatıma Sultan’ın talibi çoktur. Adı büyük paşalarla, namlı beyler sıradadır. Görünüşte Emir Sultan gibi fakir ve garip biri onlarla aşık atamaz. Ancak Hundi Sultan kararlıdır. Bedeli ne olursa olsun Emir Sultan’la evlenecektir. Ama sırrını kimselere açamaz. Hem Emir Sultan’ın Efendimizin emrinden haberi var mıdır acaba?
Çok geçmez. Bir gün Emir Sultan dünür yollar saraya. Valide sultan dudak büker. Açıktan açığa “olmaz!” demez; ama öyle demeye getirir. “Söyleyin ona” der, “kırk deve yükü altın getirsin, alsın kızımı!”
Emir Sultan sakindir, “Öyleyse!” der, “göndersin develeri!”
Mübarek, devecibaşını karanlıkta karşılar, onları hiç dolandırmadan Nilüfer çayına götürür. Su yatağındaki çakılları göstererek “Doldurun!” der, “Hatta kendi keselerinizi de.”
Devecilerden bazıları “bunda bir hikmet olmalı” der, bazısı güler geçer. Hele içlerinden biri “n’olacak bunlar” deyip aldığı çakılları geri döker.
Muhammed Buhari Hazretleri Valide Sultan’ın huzuruna çıkar. Heybeler ters yüz edilir. Zemini kıpkızıl altın kaplar. Valide sultan şaşırmanın ötesinde korkar. Şimdi diyecek tek sözü vardır: “Nasıl istiyorsan öyle olsun!”

Yıldırım’ın Tepkisi

Nikah haberi Edirne’ye ulaştığında Yıldırım çok bozulur. “Benim kızım, benden habersiz nasıl evlenir?” der ve kızını cezalandırmak üzere Süleyman Paşa’yı Bursa’ya yollar. Valide Sultan kızına ve damadına siper olur. Dahası büyük âlim Molla Fenari araya girer, askeri ikna eder. Hatta sarılır kaleme, padişaha bir mektup yazar. Yıldırım Bâyezid’in Molla Fenari hazretlerine olan hürmetini bilen Süleyman paşa boyun büker, döner geri. Aradan aylar geçer. Bâyezid Bursa’ya avdet eder. Halk yollara çıkar, sultanı karşılar. Yıldırım bir an kalabalığın içinde esrarengiz hekimi görür. Derhal atından iner. Ellerinden tutup sorar: “Söyle yiğidim o maharet neydi öyle?” Emir Sultan hazretleri Fetih suresinden bir ayet okur. “Allah’ın kuvvet ve yardımı, biat edenlerin vefa ve sadakatlerinin üstündedir” Bâyezid tekrar sorar: “Ya mendilin öbür yarısı?” Emir Sultan cebinden çıkarıp uzatır. Sultan meraklıdır:
-Adını bağışlar mısınız?
-Muhammed!
-Yanında Buharisi’de var mı?
-Var!
-Yoksa?
-Elinizi öpebilir miyim baba.
-Hayır. Öpülecek el seninki.
Ve kucaklaşırlar.

Bursa Ulu Camii

Yıldırım Bâyezid Niğbolu zaferinde kazanılan gânimetlerle muhteşem bir mescid yaptırmak ister. Mimarlar bugün Ulucami'nin bulunduğu mevkide karar kılarlar. Söz konusu arsa üzerinde evi, bahçesi olanlara başka yerden muadil yer verilir. Hatta ceplerine birkaç kese altın sıkıştırılır gönülleri hoş edilir. Ancak yaşlı bir kadıncağız bir "Evim de evim" feryadı tutturur ki sormayın. Değerinin fevkinde ücretlere omuz silker, bütün tekliflere "olmaz" der. Önce vezirler, sonra bizzat Sultan, kadının ayağına gider, iknaya çalışırlar. Ama o direnir.
Sultan Bâyezid caminin yerini sevmiştir. Hiç hesapta olmayan pürüz canını sıkar. Hatta divanı toplar, çözüm yolu arar. Kadılar "mal onun değil mi" derler, "satarsa satar, satmazsa satmaz!" Meclis çaresizlik içinde dağılırken Bâyezid 'in aklına damadı gelir. Emir Sultan'ı bulur meseleyi anlatır. Mübarek sadece tebessüm eder. "Acele etme!" der, "Bir gecede neler değişmez?"
İhtiyar kadın o gece rüyasında mahşer meydanını görür. Annenin çocuğundan kaçtığı bir dehşet anıdır. Kalabalıkta korkunç bir azab endişesi vardır. O arada bir dalgalanma olur. İnsanlar âlemlere rahmet olarak yaratılan Efendimiz'in yanına koşarlar. Şefaate kavuşan kavuşana. Kadıncağız da niyetlenir, ama bırakın yürümeye, kıpırdamaya mecâli yoktur. Ayakları vücudunu taşıyamaz, ıstırapla yerleri tırmalar. Elinden kaçan büyük fırsat ciğerini dağlar. Feryad figan ağlamaya başlar. İşte tam o sırada Emir Sultan'ı görür, "Herkes cennete gitti" der, "Ben bir başıma kaldım burada!" Mübarek o gönül ferahlatan tatlı sesiyle sorar, "Kurtulmak istiyor musun?" Kadın nefes nefese cevap verir:
-Hiç istemez miyim?
-Öyleyse Sultanımızı üzme!
Ertesi gün kadın ayağı ile gelir, evini verir. Üstelik önüne konulan ücreti bağışlar camiye.

Ankara Savaşı

Emir Sultan, Yıldırım'ın Timur Han'la savaşmasına razı değildir. Ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu kardeş kavgasına mani olamaz. Çekilir bir taraflara. Hatta bu kayıtsızlığa mana veremeyen Hundi hatun sorar:
-Babamı yalnız mı bırakıyorsun?
-Bak hatun! Ne bu savaşın bir manası var, ne de babanın kazanma şansı. Eğer elinden bir şey geliyorsa hiç durma, geç olmadan çevir onu.
-Niye öyle söylüyorsun. Babam mağlubiyet tatmamış bir sultandır.
-Evet Timur da mağlubiyet tatmayan bir hakandır. Sen onun kaç devleti yıktığını biliyor musun? Üstelik ülkesi daha büyük, askeri daha fazla. Dahası Maveraünnehir illeri ilimde de, sanatta da çok önümüzde.
-Sen babamın manevi zırhı değil misin?
-Peki sen Timur'u koruyucusuz mu sanıyorsun. O, zamanın kutbundan dua aldı. Ancak Hace Hazretlerinin dahi böylesi bir savaşa rızası yok.
-Ne yapmalıyız peki?
-Baban aklını örten öfkenin farkına varmadıkça ne yapabiliriz ki?
-Diyelim ki öfkesi galip geldi.
-Zor günlere hazırlansanız iyi edersiniz.
Ankara savaşında yaşanılan acı mağlubiyetin ardından Timuroğulları Bursa'yı muhasara altına alırlar. Şehir halkı zor durumdadır, hatta aç kalır. Ahali gelip Emir Sultan'ı bulur ve çok yalvarırlar. Mübarek bir kağıda bir şeyler karalar, ordugâha yollar. O kağıtta ne yazılıdır bilemiyoruz, ancak hemen o gün çadırlar sökülür. Asya yollarına göç düzülür.

Emir Sultan Türbesi

Bursa Emir Sultan Camisi’nin avlusunda bulunan türbe, Emir Sultan’ın eşi Hundi Fatma Sultan tarafından yaptırılmış, zamanla harap olmuş, Sultan II.Abdülhamid’in şehzadeliği sırasında 1868’de yenilenmiştir. Türbenin sekiz köşeli bir planı vardır. Üzerini yüksek bir kasnağın taşıdığı kubbe örtmektedir. Camiye bakan pencerelerden biri üzerinde h.1285 (1868) tarihli onarım kitabesi dikkati çekmektedir. İçeride, ortada Sultan Yıldırım Beyazıt’ın damadı, Halveti şeyhi Emir Sultan’ın (1349-1429) parmaklıklarla çevrili sandukası yer almaktadır. Bunun yanında oğlu Emir Ali Çelebi ile Hundi Sultanın ve iki kızının sandukaları bulunmaktadır.
Türbesinin hemen karşısında, iki minareli Emir Sultan Camii vardır. Etrafında büyük bir mezarlık bulunur. Emir Sultan’a komşu olmak isteyen Bursalıların yattığı bu mezarlarda kim bilir kaç Bursa gömülüdür. Mermerle döşenmiş büyük bir avluya karşılıklı iki büyük kapıdan girilir. Doğu kapısının üzerinde, meleklerin cennete gireceklere söyleyeceği ifade olunan Zümer suresinin 74. ayeti yazılıdır:
“Selâm üzerinize olsun. Ne hoşsunuz! Ebedi olarak içinde kalmak üzere cennete girin.”
İsmail Beliğ'in Güldeste'sinde ifade edildiği gibi, "Cenab-ı Hakk'ın füyüzatına mazhar keramet sahibi, velâyet tahtının sultanı" olan Seyyid Şemseddin Emir Sultan Hazretleri; mücadele, mücahede, riyazât, zikir, dua, niyaz, tazarru, cihad, hizmet ve sa'y-u gayret dolu bir hayatta binbir tatlı hatıra bıraktıktan sonra 1429 yılında Allah'ın rahmetine kavuşmuştur. Cenaze namazını Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri kıldırmıştır.Şair Ahmed Paşa şu mısralarıyla tarih düşmüştür:
"İntikal-i Emir Sultan'a / Oldu tarih: İntikâl-i Emir"

Emir Sultan Kime Gölge?

Ne hikmetse Anadolu halkı hep Emir Sultan Hazretleri ile Yıldırım Bâyezid arasındaki menkıbeleri anlatır. Hâlbuki bu büyük veli Bâyezid'den ziyade Çelebi Mehmed'in yanındadır. Ankara savaşının ardından Anadolu çok karışır. Şehzedelerden Musa Çelebi, İsa Çelebi'nin üzerine yürüyüp Bursa'yı ele geçirir. Süleyman Çelebi ise Edirne'yi elinde tutar. Ancak bunlar devleti muhteşem günlerine döndürebilecek kıratta değildirler. Şehzade Mehmed iyi bir asker ve dirayetli bir liderdir. Ancak fitne çıkarmaktan çekinir. Çekilir köşesine işaret bekler. Allah dostları ne derse onu yapacak. İcabında kardeşlerinin emrinde çeri olacaktır. Bir gece rüyasında Murad-ı Hüdavendigar'ı görür, yanında Emir Sultan Hazretleri vardır. Dedesi önce bir kılıç verir, sonra yerinde duramayan kar renkli küheylanı gösterir "Haydi!" der, "Vazife sende!" Çelebi Mehmet hâlâ mütereddittir. Emir sultan bakışları ile cesaret verir ona. "Korkma!" der, "yanında biz varız!" İşte Çelebi Mehmed bu işaret üzerine yola çıkar ve tabiri caizse Osmanlı Devletini sil baştan kurar. Tarihçilere sorarsanız Çelebi Mehmed'in başardığı iş Osman Gazi'ninkinden aşağı değildir. Emir Sultan vefatından sonra da büyük hürmet görür. Meselâ Yavuz Selim, Mısır seferine çıkarken büyük velinin nurlu türbesini ziyaret eder, imdat diler. Kabirden çok net bir ses işitilir:
-Ya Selim! Üdhulu Mısra İnşaallahü aminin. (Ey Selim. İnşallah Mısır'a emniyet içinde girersin!)
...Ve öyle de olur!

Kaynaklar:

- Prof. Dr. Hüseyin Algül, Bursa’da medfun Osmanlı Sultanları ve Emir Sultan
- Nurettin Kahraman, Menâkıb-ı Emir Sultan
- Mehmet Önder, Anadolu'yu Aydınlatanlar
- İlhan Yardımcı, Emir Sultan
- Şinasi Çoruh, Emir Sultan