7 Mayıs 2015 Perşembe

Salih HİLMİ



PIRPIRI

Neden Pırpırı bey,
Hep böyle kamuflaj yapar?
Şamatanın evcine çıkarken
Cihangirlik rampasından kurtulamaz.
Raiyesi labirentleri sevdikçe
Pırpırı bey yeni dolambaçlar inşa eder.

Hiç nadas görmedi pusulası hercai tabiatlı.
Gravürünü çizen ressam hemen mahmur
Pırpırı bey hodgam robotlar peşinde
Robotları neşeli, maskeli baloda sanki
Rüzgarına aşık fedai otomatlar
Hazırlar rüyasından alelacele uyanmaya

Koristleri kambur tüccar, şıkırtıya teşne
Çuval çuval rüyalar yorganmış azalarına
Pırpırı bey piramiti dinamit yaparken
Kümesi canlanır gulgule ile sık sık
Papyonlu şef çıraklığına nüzul etmiş
Maahaza cüsseli pozlara da meftundur hala

Hamur teknesine düşen düşene
Mayasız yiyecek yapsa alanı ziyade
Oklavasıyla kimine şekil, kimine acı verir
Su kattıkça katar özüne, her şekle açık
Pırpırı bey cıvıma tadını bırakmaz
Acullük çağında garaz sağnağında

Lumpenproleterya göçebedir menfaatte
Pırpırı bey hepsini kizbde cem eder
Raiye, kör hem de mest u humar ihtişamdan.
Öfke hummasına tutulsa rikabdarı suspus
Minnet girdabındadır entelijansiya parçaları
Tahammül tangosu bir kasırgayla biter

Efsunlu paranoya fil kafesinde
Meselleri ol saat serçelerce gagalanır
Pırpırı bey karga lugatına sözcükler kattı
Rüzgargülü şaşkın fırfır döner, kırıldı kırılacak
Kamu aldanışa tutkulu olsa da
İstikbal tefsir eder, karilerine mizan gelmeden








Muharrem ÇELİK



GÖR Kİ NE SEVDA

Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhumdan murâdum şem’i yanmaz mı
Fuzuli –ruhu şâd olsun-

Sitem ki yalnız sevdiğine yapılır. Sevgilinin sermayesi ise eziyettir. Ne sıkıntı biter ne sevgi azalır. Sevgi ki içtikçe kanamazsın, yandıkça da içersin. Sevgili bazen tendir, bazen candır. Sevgili bazen de tin(ruh)tur. En zoru da tinseldir. Ne can bırakır, ne canan. Eziyeti hiçbir zaman bitmez. Hiçbir zaman. Eziyetin, sıkıntının, düşkünlüklerin bir son bulması gerek.  ”Tahammül mülkünü yıktın Hülagü Han mısın kâfir / Aman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kâfir.” Amma tahammül deryası tükendi. Türlü türlü feryatlar, ilençler gönlümden kopar ruhumu kavrar. Dünyaları yakan iniltiler, veballer Eskimo soğukluğunda gönül Sibirya’sında buz kesilir. Ah ki âh!
Aşk sıdktadır. Sadakat şühedadan öndedir. Sadık aşık türlü imtihanları başarıyla geçmesi gerekir. Sen ki gönlü yanan insanları ferahlatıcı nefesinle tedavi ettin. Hüsnünün parıltıları şule şule göz aydınlığı verdi onlara. Vah bana! Yandıkça yandım. Billahi de kanamadım. Küllerim göğe savrulacak neredeyse. Şifa vermeyecek misin bana artık? Yoksa beni âşık-ı sadık olarak kabul etmiyor musun? Beni dertsiz mi gördün? Beni senin yolunun delisi kabul etmiyor musun? Ben senin yolunun sadık bendesiyim. Beni sana yanlış tanıttı gönül aynam. Yanlış tanıttı yalancılar, iftiracılar, zahidler.
Bezm-i elestte kavilleşmiştik. Lakin ben sözümde duramadım. Bu ayrılık, beni mum gibi eritip tüketiyor. Yanan yüreğimin ateşini ağzımdan çıkan ahlar daha da artırmaktadır. Yana yana ne yürek kaldı ne gönül. Ağlama geçti, sitem ettim, tükendi, âhlarım bitti. Gayri gözlerim ağlamaktan kan döker hale geldi. Bütün inlemelerim, feryatlarım sonucu nazarlar bana çevrildi. Herkes bana acıdı. Lakin sevgili de bir değişiklik olmadı. Bilmem ki benim bu kara bahtım değişir mi?
Mevsim bahardır. Bahar şiddetli olur. Senin için çöllere de düşülür, Kerbela’dan da geçilir. Baharda sular boz bulanık akar. Benim gözyaşım kanlı akmış, bunda ne gariplik var. Bu yolun yolcusu her mihnete razı.
Ben kendi başına buyruk biriydim. Benim hiçbir şeye düşkünlüm yoktu. Sonra sen bini divane eyledin. Aklımı başımdan aldın. Benim bu yazdıklarımı ayıplayanlar gün gelip bana hak verecek. Züleyha kendi çalışanı ve kölesi olan Yusuf’a aşıktır.  Züleyha’nın çevresindekiler de bir köleye âşık olduğu için Züleyha’yı eleştirirler. Bir gün Züleyha aşkının büyüklüğünü ve Yusuf’un güzelliğini kanıtlamak için onu eleştiren bayanları davet eder. Hepsine birer bıçak ve portakal verir. Misafirler portakalları soyarken Yusuf’un içeri alınmasını ister. Yusuf’ u gören misafirler onun güzelliği karşısında şaşkınlıktan hepsi bıçakla ellerini keserler. O zaman anlarlar ki Züleyha Yusuf’a âşık olmakta haklıdır. Bu güzellik karşısında kayıtsız kalmak mümkün değildir.
Çılgın âşık içindekileri boşu boşuna döküp saçmıştır. Halka durduk yere rezil rüsva olmuştur. Bu öyle bir sevdadır ki ne derdi biter ne dermanı bulunur.


Abdülmecid ORHAN


KAPIYI ARALAMAK

Kapı mekandan mekana geçişi sağlayan, bir şeyleri gizleyen veya başkasına gösteren, açılıp kapanan levha yahut bölmedir. Bir binaya, odaya, çadıra, bölgeye, şehre, araca geçmek istediğinizde size bu imkanı sağlayan mimari parçadır. Kapı paradokstur; hem içeri girme, hem dışarıya çıkma noktasıdır.

Eski devirlerden bu yana güvenlik maksadıyla kullanılan kapı bir binanın, kalenin giriş ve çıkış noktası olduğu gibi en zayıf yeridir ayrıca. Duvarlardan geçiş neredeyse imkansızken kapı bir bölgenin en kolay geçiş yeri olabilmekte. Dünden bugüne basit kilit sistemlerinden elektronik tertiplere kadar farklı yöntemlerle karşılaşsak da kapı hep bir şeyleri gizlemeye veya bir şeyleri korumaya vazifeli kılınmıştır. Kapı malzeme olarak ahşap, demir, çelik, cam, pvc gibi farklı malzemeden yapılırken küçüğünden büyüğüne, metrelerce yükseleninden tahta oyma olanına, dikdörtgen dümdüz kapıdan demir parmaklıklısına, fotosellisinden sensörlüsüne hatta kameralı olanına dek farklı modellerle hayatımızda yer almakta.

Kapı, çocukluğa götürüp “Aç kapıyı bezirganbaşı, bezirganbaşı / Kapı hakkı ne verirsin, ne verirsin / Arkamdaki yadigar olsun, yadigar olsun…” tekerlemesiyle oyununu hatırlatmaz mı? İki çocuk ellerini kaldırıp tutuşturduktan sonra kapı yapar, diğer çocuklar bu kapının altından sırayla geçerken birini tutup iki madde söyleyip bunlardan birini tercih etmelerini isterlerdi. O esnada çocuklarda hoş bir heyecan olurdu. İnsan, hayatında bir kapıda tutulup da salıverilmeyince şaşkınlık ve mutluluğu kaç kez yaşayabilir ki? Sizi tutmuşlar, bırakmıyorlar ancak siz kimseye darılmıyorsunuz. Çocukluktan sonra çeşit çeşit kapılarla karşılaşırsınız da o kapı gibi sevimlisine az rastlarsınız.

Atilla İlhan “Hangi kapıyı çalsa kimi zaman / Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu” dizeleriyle sevgilisinden ayrı kalan aşığın sessiz figanını dile getirir. Şair; kimlerin kimlerin kapısına gitmiştir de onu anlayıp derdine deva olacak, yarenlik yaparak yüreğine ferahlık verecek bir sima bulamamanın biçareliğini teessürle mısralara dökmüştür. Kapı ve kapının arkası şaire yalnızlığı, anlaşılmazlığı çağrıştırmıştır. Burada Macar şair Miroslav Salub’a kulak vermekte fayda var, kapı onun için bir ümit olarak “ Git, kapıyı aç / Sis olsa bile dışarıda dağılacak” dizeleriyle her şeye rağmen yaşama olumlu bakmaktadır. Kapıyı açmak deyince Hayao Miyazaki’nin Yürüyen Şato animesinde Howl’un kapı anahtarını her çevirişinde farklı bir dünyaya çıkması hayal alemine zenginlik katıverir. Bir kapı aç ve başka boyuta, başka bir zamana adım at. Eğer tüm cazibesiyle gönülleri çelmeye çalışan şu yalan dünyadan sıkılıp gerçekleri her şeye rağmen yaşamak istiyorsanız Truman Show’daki deniz ufkunda bir merdivenle kapıya ulaşma metaforu zihinlere neler neler anlatmaz ki? Hakikat ve yalan arasında basit bir kapı…
Kapı bazen ürküttükçe ürkütür insanı. Charles Perrault’un 1697’de yazdığı, zalim bir soylu ve mütecessis eşini anlatan Mavi Sakal masalı gibisi nadirdir. Zalim koca, eşine şatodaki bir odaya girmemesi konusunda uyarıda bulunur. Şatoda onca oda arasında insanın merakını celbeden küçük bir oda ve kapısı, ardında acaba neler vardır? Meraklı eş ve bu eşin iki kız kardeşi… Sonra kapıyı eşinin ikazına rağmen açması ve odada kan, ceset… Ürkütücü bir sahne… Çağımızın korku filmlerinden geri kalır yanı yoktur bu masalın. Sezai Karakoç, belki de bu masalın etkisiyle Tahta At şiirine şöyle başlıyordu: “Dostlarımız geldi hafif danslar geldi / Şeker verdik aslan yeleleri aldık kırk kapı açtık / Kırk kapı açtık Mavi Sakal öldü / Kırk odanın içinde güzel aslanlar güldü / Sen güldün Asya güldü hafif danslar geldi“. Bu masal ve şiirde görüldüğü üzere kapı her seferinde farklı imgelere kapı aralıyor.

Kapı bizim dünyamızda bir bekleyişi, sabrı, ermeyi de ifade eder. Mevlana insanın bu sabrını ve benliğinden vazgeçip “bir” olmayı dostunun kapısını çalan kişi hikayesiyle ne güzel anlatır. Dost içeriden “Kimdir, o?” deyince kapıdaki: “Benim” der. Dost: “Madem sen, sensin; kapıyı açmıyorum. Dostlardan ‘ben’ olan hiç kimseyi tanımıyorum. Git!” dedi. Biri geldi, arkadaşının kapısını çaldı. Arkadaşı:“Ey güvenilir kişi! Kimsin?” dedi. “Ben” dedi. Ona “Git, zamanı değildir. Böyle bir sofrada ham kişiye yer yoktur” dedi. Ham kişiyi ayrılık ve hicran ateşinden başka ne olgunlaştırır? İki yüzlülükten nasıl kurtulur?”dedi. O zavallı gitti. Bir yıl yolculukta dostunun ayrılığında alevlerle yandı. Yandı ve olgunlaştı. Sonra geri döndü. Yine arkadaşının evinin etrafında dolaştı. Dudağından edepsiz söz çıkmaması için korku ve edeple kapının halkasını vurdu. Dostu, “Kapıdaki kimdir?” diye seslendi. “Kapıdaki de sensin, ey sevgili!” dedi. Dostu:“Şimdi benim gibisin, ey ben! Gir. Evde iki bene sığacak yer yok” dedi.

Halk ozanı Aşık Veysel’in “İki kapılı bir handa / Gidiyorum gündüz gece” dizeleri kimin zihninde yoktur ki? Doğum ve ölüm kapılarından oluşan dünya hanından geçtikten sonra ahiret yolculuğu. Cennet ve cehenneme açılan kapılar. İnsan, dünya hanında o kapılarla da karşılaşacağını unutmayıp son menzile kadar yolcu olduğunu aklından çıkarmayacak. İşte bu yolculuğun kılavuzu kutsal kitaptır. Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in kapısı da Fatiha’dır. Bu kapıdan girdiğinizde “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” ayetiyle karşılanır ve ardından Allah’a hamd u sena edersiniz. Alemlerin Rabb’inin gösterdiği yola girilmeyip başka yola sapılarak farklı kapılar arandığında kulun sıkıntıya düşeceği bu kapıda haber verilmektedir.

Kapı, kişinin iç veya dış zenginliğine göre her açılışında veya kapanışında farklı boyutlarıyla kalp ve zihin alemine yeni anlamlar katacaktır. Kapıyı sadece dikdörtgen bir nesne olarak görmemeli; onu çok katmanlı bir obje veya kelime olarak algılayıp hayatımızda göz, beyin, kulak, kitap, insan, şehir gibi nice kapılarla iç içe olduğumuzu fark edebiliriz. Bu bilincin ardından kapılara yaklaşırken belki yeni bir dünyaya yaklaştığımızı da hissedeceğiz.

CEVDET


ÇİĞDEM GÜZELLEMESİ

( Demâdem ser-te-ser bu çiğ u şebnem bu dem
Hürrem ü mükerrem ki hem çiğdemden mülhem )

Donanıp reng-i âhengiyle nevbahâr çiğdem
Yek-reng oldu gönlümüz leyl ü nehâr çiğdem

Terk-i gül edip devrâne geldi bülbül-i şeyda
Nalelendi şevkinden andelîb-i zâr çiğdem

Habâbı yeter bîmâr olanın derûnuna
Ger eser iklîminden sabâ-yı rüzgâr çiğdem

Reşk etti nazâr kılıp makâmını ezhâr-ı küll
Bu bâğın sultânıdır hem nakş-ı füsunkâr çiğdem

Nûş edip bir lahzâ dâr-ı fenâdan geçmeğe çün
Eyler remz-i bezmin esrârını âşikar çiğdem

Şehr-i Sitanbulu seyrân edip bir tepeden
Süzer hâzin u mesrû sahîb-i vekâr çiğdem 

Ali KARTAL




ÇIKIŞ

Gülüyor gün yüzüme lakin mutsuzum

Yaşım geçmiş, kırkı tükenir umudum

Dünlerim çile bitmez neden bu korkum

Tesellim, vaktin çocuğu olmak lazım



Gün günden beter olacak der yarına

Kara bir gece gibidir mazi sana

Hep med cezir tutsağı yüreğin yara

Zihnin kör kuyu n`olur inancı ara



Ölümcül darbe boşluk ruh ensesinde

Hayat bir eğlence içinde endişe

Pembe yalan hayaller davet cinnete

Çıkış iman; şükür alınan nefese

Murat EROĞLU


CİHAN DEVLETİNDE SIRLI SULTANLAR

Her milletin tarihinde takdirle yâd edilen büyük şahsiyetler vardır. Zaten tarih öğreniminin en pratik faydası da bu şahsiyetlerin vasıflarını gelecek nesillere öğreterek onların ahlâk ve karakterini yüceltmektir. Bu açıdan baktığımızda yaşadıkları dönemin hadiselerini milletleri adına hep kazanca çevirmiş bu insanların hayatları iyi öğrenilmeli ve bizzat hayata tatbik edilmelidir. Ancak bu sayede Yavuz’lar, Fatih’ler, Alparslan’lar, Yunus’lar, Mevlana’lar, Akif’ler yetiştirilebilir.
Serimize, cihan devletini kurma fikrini veren aşireti devlete taşıyan bir veliyle başlıyoruz.

Aşireti Devlete Taşıyan Veli Şeyh Edebali

Osman Gazi, Ertuğrul’un ocağında doğar. Destanlarla, menkıbelerle büyür. Babasının silah arkadaşlarını âdeta esir eder. Ayaklarına dolanır, önlerini keser. Ne eder, eder cenk hatıralarını anlattırır onlara. Akranlarının çelik çomak oynadıkları çağlarda ata biner, yay gerer. Bıyıklarının terlediği günlerde akınlar düzenler.
Bu coğrafyada zemin kaypaktır. İmparator ne kadar entrikacı ise, tekfurlar da dönektirler bir o kadar. Şefkate şiddetle, ihsana ihanetle karşılık verilen bir iklimde insan kurt olmalıdır. Gün gelir tehlikeyi hisseder, pusuları koklar.
Osman gazi tam bir muhariptir. Atiktir, tetiktir. Attığını vurur, vurduğunu devirir. Cengi satır satır okur ve bin türlü hile bilir. Ama o sadece aşiretini düşünür. Devlet mi dediniz? Yoo hayır! Henüz hayali bile yoktur zihninde.
O yıllarda Derviş Gazi denilen Hak aşıkları Anadolu’ya sızar. Bunlar genellikle Horasan asıllıdırlar. Hekimdirler, demircidirler, debbağdırlar. Hasılı sanat sahibidirler ve işlerini iyi bilirler. Dürüst ve emindirler. Hıristiyan ahali bunlara “sarıklı” der ve çok güvenirler. Emanetlerini onlara bırakır, hakemliklerine inanırlar. Öyle ya bu diyarda yalan bilmeyen, haram yemeyen kaç kişi kalmıştır?

Müjde
İşte bu gönül erlerinden biri de Ebdal Kumral’dır. Manevi ikrâmlarla donatılmış bir hâl ehlidir. Bir gün Ermeni derbenti denen mevkide Hızır Aleyhisselâm’la karşılaşır. Hızır Aleyhisselâm Osman Gazi’yi kastederek. “O yiğidin istikbali çok parlak” der, “Var bul onu ve müjdeyi ver!”
-Nasıl bir müjde?
-Yakında rüyasını görür.
-Sırrı bileydik, tabirini yapardık.
-Tabir Şeyh Edebâlî’ye yakışır.
Ebdal Kumral, dergâha koşar. Vardığında sohbet başlamıştır. Bir köşeye sokulur, diz çöker. Bakın şu işe ki Osman Gazi de oradadır. Genç mücahid kelimesini kaçırmadan şeyhini dinler.
Edebâlî Hazretleri “Toprağa bağlanın!” der, “Su kullanın, ağaç dikin, bahçelerinizi elden geçirin.” (Bunlar şu coğrafyada kalıcı olduklarına dair işaretlerdir) “Fukaraya sahip çıkın, âlimlere hürmet edin.”
Ve bir sır fısıldar: “Heybetli görünmek isteyen, Kuran okusun!”
Gecenin ilerliyen saatlerinde Osman Gazi el öper, müsaade ister. Edebâlî hazretleri gözlerini kısar, geceyi dinler. Sonra nedendir bilinmez “Sabah ola hayr ola” der, “gelin kalın burada!”
Bu diyarda ona itiraz ne mümkündür. “Başüstüne” der, baş eğerler.
Derhal döşekler serilir, kandiller çekilir. Avludaki takunya tıkırtıları azala azala kaybolur. Ocaktaki meşe kütüğü çatırtıyla yanar, duvarda kızıl lekeler dolaşır. Dolunay ak gölgelerle ilişir ılık zemine. Uzaktan uzağa ulumalar duyulur ve ıslık dilli bir rüzgâr…
Osman Gazi ayağını uzatıp yatamaz. Zira odada Mushaf-ı Şerif vardır. Bir köşeye bağdaş kurar, tesbihi ile baş başa kalır. Ama bir ara içi geçer, Edebâlî Hazretlerinin göğsünden çıkan bir nurun kendini kuşattığını görür. Sonra vücudu çınara döner. Dallanıp budaklanır ve çok büyür. Yaprakları bulutlara varır, kökleri kıtaları tutar. Dağlar ovalar, nehirler, şehirler… İnsanlar fevc fevc gelir gölgesine girerler. Huzurlu ve neşelidirler.

Tabir
Osman gazi rüyanın heyecanıyla gelir kendine. Avluda tıkırtılı takunyalar, su sesi ve şıngırtılı ibrikler. Derken müezzinin yanık sesi odayı doldurur. Mescide geçerler. Osman gazi rüyanın tesirindedir hâlâ. Ebdal Kumral sorar. “Ne oldu sana?”
-Bir rüya gördüm hocam. Garip bir rüya!
-İyi ya, işte fırsat. Şeyhimize arz eyle.
-Hata etmeyiz değil mi?
-Söylediğin şeye bak.
Osman Gazi, hani o meydanlara sığmayan yiğit Edebâlî Hazretleri’nin yanında sesini çıkaramaz. Bırakın konuşmayı, nefes almaktan çekinir. Ama bu kez derdini söylese gerektir. Mahçup mahçup rüyasını anlatır. Edebâlî Hazretleri kısa bir tefekkürün ardından “Ey oğul. Sana müjdeler olsun!” der, “Göğsümden çıkan nur kızımdır (Bâlâ hatun). Seni kuşatması evleneceğinize işarettir. Ağaca gelince: Sen büyük bir devlet kuracaksın. Evlatların adaletle hükmedecekler. Allah-ü teâlâ seni ve neslini insanların İslâm’la şereflenmesine vesile edecek.
Ebdal Kumral heyecanlıdır. “Vallahi doğru söylüyorsun!” der, “Hızır Aleyhisselam’ın bildirdiği müjde bu olmalı!”

Dursun Fakih
Aradan yıllar geçer. Anadolu’daki çalkantılara rağmen beylik büyümektedir. Osman Gazi ihlâslıdır, gayretlidir ama o bir aşiret reisidir hâlâ. Hoş dahasına da tâlip değildir. Zaman zaman şu beyliğin bile vebalinden çekinir. Ama ûlema cihangirliğe teşvik eder. Gelir, gider devlet fikrini işlerler ki, Dursun Fakih bunlardan biridir.
Dursun Fakih, çok âlim görür, ilim meclislerinde bulunur. Ama gönül gözü Edebâlî Hazretleri’nin dergâhında açılır. Onun akıllara durgunluk veren bir hafızası vardır. Öyle ki bir kere okuduğunu alır ezberine.
O yıllarda Moğollar tam bir belâdırlar. Nitekim Anadolu Selçuklularını dağıtır, sultanı tutsak alırlar. İnsanlar korku içinde ve kararsızdırlar. Şöyle tutunacak sağlam bir dal, sığınacak müşfik bir gölge ararlar. Ortalık beyden geçilmez, ama ehilleri nerede?

Bağımsızlık İlanı
Dursun Fakih, Osman Gaziye çıkar. “Beyim!” der, “Evet bu güne kadar Selçukluya sadık kaldık, ama Selçuklu kalmadı artık. Siz ne derseniz deyin, adınıza hutbe okuyacağım!”
-Adıma hutbe okumak mı? Hayır, Selçuklu’ya isyan edemem!
-Lütfen anlayın. Selçuklu diye bir şey yok gayri ve bundan böyle olmayacak!
-Bu büyük bir mesuliyet ama…
-Çok sancı çektik. Şimdi yeni bir doğum lâzım. Bunu sizin için değil ümmeti Muhammed için yapacağım. İnsanların ihtiyacı var bize. Sanırım vakit geldi. Rüyayı hatırlasanıza.
Osman Bey hâlâ mütereddittir, ama Dursun Fakih onu dinlemez. Bildiği gibi yapar, çıkar beyinin adına hutbe okur. Ki bu hareketin tek adı vardır: “Bağımsızlık ilânı!”
Dursun Fakih adı üstünde fakihtir. Bilinen ilk şeyhülislâm odur. Genç devletin müesseselerini o kurar. Dahası sağlam temeller üstüne oturtur. Bu ne temeldir ki bir imparatorluğu altı asır taşır.
Dikkat ederseniz Osman Gazinin aklında bir devlet fikri yoktur. Onu buna hazırlayan, inandıran, sürükleyen, gayretlendiren hep veliler olur. Hoş sultanlar, onların gölgesinde ağırdırlar.
“Sırlı Sultanlar!”… Dizimizin adı, şimdi daha iyi anlaşılıyor olmalı.

Erkan ALTINTAŞ


ANACIĞIM

Çilekeş anam, gurbeti yüreğinde hisseder bir kuş gibi…

Oğlu askere gider anam ağlar, kızı gelin olur ağlar.,,

Dertli anam… gözleri bulut bulut anam…

Senin kokunu cennet kokularına değişir miyim hiç?

Hangi yar senın gibi vefalı olur ki?

Ninni ol da beşiğimi salla annem…

Bayrak ol da tabutuma sarıl annem…

Yavrum kuzum diyen dillerin ne de şefkatlidir anam

Ayaklarına kapanayım duana amin diyeyim anam

Ruhani misin annem melekler sana perverde eder

Anahtarsın sen ilk muallimsin bize annem

İki cihanda bir olalım annem...

Dualarında bizi de unutma olur mu candan aziz annem...

İbrahim KAYA


                                                   
 HANGİ KIRMIZI?

Bazen senden başka herkes gecikir randevusuna. Oysaki sen erken gitmiş olmanın sevinciyle ön saflarda alırsın yerini heyecanla. Ne kötüdür yine de herkesten önce gecikmişsindir başkalarına. Gündüzlerin ıstırabını gecelerde telafi etmek isteyen yalnızlık misali karanlıklarda ararsın aydınlığını. Çok uzaklarda aradığını en yakınında kaybedersin.
Yorgun geçen bir günün sonunda Cemal’in dilinden dökülen bu sözler bütün çabalarını yok saymıştı. Öyleyse ayakta durmaya çalışmanın sebebi neydi? Neden dünyası alabildiğine karanlıktı? Neden baktığı her yerde kocaman bir boşluk vardı? Böyle karanlık olmasının sebebi ışıkların erken söndürülmüş olması mıydı? Işık nasıl bir şeydi? Neye benziyordu? Rengi nasıldı? Karanlıkla renkleri aynı mıydı? Algıladığının adı karanlık mı ki? Belki de Cemal’in dediği gibi kırmızı olabilirdi. Kırmızıyı yeşilden ayrı kılan... Beynini kurcalayan anlamsız, sıkıcı sorularla geldiği yoldan evine dönüyordu. Yol; sağlı sollu ağaçlar ve rengarenk çiçeklerle kaplıydı. Sonbaharda hüzünlü sarılık, kışın soğuk bir beyazlık kaplardı yılanı andıran yolu. Çığlık çığlığa bağrışan çocukların, gizlice buluşan sevgililerin olduğu şirin park süzülüşüne eşlik ederdi. Cemal işte, yine abartıyordur diye mırıldanırken evin aşağısındaki boş araziye gelmişti. Kulaklarını her zamanki gibi çınlayan çocukların sesi kaplamıştı. Çocuklardan biri “Benim uçurtmam daha güzel olmuş” diye bağırınca irkilip kendine geldi.
 Sonbahar çok duygusal oluyor nedense, diyerek yürüyordu. Duygusal olmak? Koskoca bir muamma.  ’Duygusal’ ne ifade ediyordu? Uçurtma ve duygusal, hangisi daha kırmızı? Yürümeye devam ederken bir ara durdu, başını yukarı kaldırdı. Bekledi, bekledi ve derin bir iç çekişten sonra kenarı kırık bir kaldırım taşına oturdu. Sorular, düşünceler. Çok anlamsız değil miydi rüzgarı beklemek, sınırlı özgürlüklere uçurmak için uçurtmalarımızı. Var olmak umuduyla gökyüzüne süzülen uçurtmaları yarı yolda bırakan rüzgar nasıl bir dosttu? Cemal’den duyduğu sözleri şimdi kendisi tekrarlıyordu, anlamsız. Gökyüzü de maviymiş Cemal, dedi kendi kendine. Mavi. Kırmızıdan farkı ne? Hangisi daha karanlık? Günün yorgunluğuyla ıkına ıkına doğrulup tekrar yürümeye koyuldu. Biraz sonra temkinli, yumuşak, karıncayı ezmekten korkan yürüyüşüyle eve geldiğini annesinin tiz sesinden anladı.
“-Geberesice neden bu kadar geciktin?” Cevaplanması bir zor bir soru, ne diyebilirdi ki? Yıllardır bu soruya cevap veremiyordu. Sadece derin bir sessizlik. Annesinin yeni bir atağıyla sessizlik nihayet buldu.
“-Allah boyunu devirsin, beni hep böyle kapılar da mı bekleteceksin? “ Yine derin bir sessizlik. Yaşlı kadın, zafer kazanmış komutan misali ellerini bükülmüş belinin arkasına bağlamış sinirli sinirli bakıyordu. O ise hala ‘Allah boyunu devirsindeydi’. Allah boyu neden devirir? Annemi seviyorum peki ya Allah’ı? Göremiyordu O’nu. Olsun kırmızıyı seviyorum kırmızı da alabildiğine karanlık değil mi? Sevmek için görmek gerekmez her zaman diyordu. Hem Allah deyince göğsünde tatlı bir heyecan oluyor, yüreğine hafif bir rüzgar esiyordu. Rüzgarın rengi de karanlık ne olacak ki? Kendini olumsuzluklardan soyutlayarak mutlu olmaya çalışsa da kolay olmuyordu bazı düşünceleri bertaraf etmek. Bir insan en çok başını yastığa koyduğu zaman yapayalnızdır karanlıklarda. Çünkü yalnızlık kocaman bir karanlıktır. Kırmızıyla da yalnız kalmamak için dost olmuştu aslında. O da karanlıktı ama biraz olsun aydınlatıyordu karanlıkları. Sadece anlayamadığı yeşilin kırmızıdan farkı neydi? Müşteriler yeşil deyip duruyordu. Maviyi pek seven yoktu herhalde çok az isteniyordu. O da biraz kırmızıya benziyordu sanki.
                                                              *****
Bahçeye girdi üzerine sigaralarını dizip sattığı arabasını yani Küheylan’ını söğüt ağacına yasladı. “Söğüt ağacı deyip geçmeyin çok yaşlıdır, taa rahmetlinin zamanından beridir bize ahbaplık eder” diyordu annesi komşularına. Annesine:
“-Küheylan’ı bağlar mısın sonra kaçmasın” dedi. Neden sonra kapının tokmağına dokunduğunu hissetti. Küheylan’ın güvenli bir şekilde dinlendiğinden emin olduktan sonra içeri girdi. Küheylan olmasa ne yaparım ben, sigaraları benim için kim taşır ondan başka? Satamam da. En yakın dostlarımdan biridir o, diyerek tebessüm etti. Her gün dertleşirler Küheylan’la. Konuşmayı pek sevmediğinden fazla arkadaşı da yoktur. Kalabalıklarda yalnızdır çoğu zaman. Cemal, Küheylan bir de Kırmızı. O en çok Kırmızıyı sever ama kimseye söylemez. Ne tuhaftır ki kendisi Kırmızı’yı sever O’nun kahrını da yıllardır Küheylan çeker. Derin hülyaların ruhunda açtığı yaraları da hep Kırmızıyla tamir eder. Bazen hülyaların esintisiyle düşünceler şaha kalktığında sevgiyi tahayyül eder ama bir kalıba sokamazdı. Renksiz ve çok soğuktu. Kırmızı’nın rengi de yoktu en azından sıcaktı ona karşı. Çay misali içini ısıtıyordu. Çay, sevgi, Kırmızı… Aralarındaki fark Kırmızı’dan ibaret. Kafasında yepyeni düşünceler, sorular ve cevaplar. Çay, sevgi, Kırmızı... Bunların farkı. Derken yine o ses:
“-Yemek hazır gel hadi.” İştahı yoktu pek fazla yemeli miydi? Tekrar sorular. Çay, sevgi,  kırmızı, Allah. Neden bu kadar yalnızdı acaba, ama gerçekten yalnız mıydı? İlk tesellisine tezat bir şekilde’ varsa nerede, varsa ne kazandım yoksa ne kaybettim’ diye düşünürken tekrardan sakin bir edayla ama kırmızıyı bana o göndermedi mi, Küheylan, Cemal... Aslında O hep benimle. Başı ellerinin arasında yığınla soruların altında ezilmişçesine art arda “Küheylan Cemal Allah Kırmızı” bu isimleri zikredip duruyorken bir ara annesine cevap vermesi gerektiğini hatırladı:
-Yemeyeceğim uykum var uyuyacağım, dedi.
                                                               *****
Yatağının kenarında duran dolaptan destek alarak yatağına girdi. Başını yastığa koyacakken Cemal’in bugün okuduğu şiiri tekrarladı sessizce
Lacivert gecenin girdabında boğulmuş, hüzünlü bir gözyaşıydık biz...
Başını yastığa koyduktan sonra gece neden lacivert de kırmızı değil, acaba gözyaşı mı onu bu renge boyadı? Sorular, sorular, sorular... Cemal’in dediği gibi geç kalmışlığa meydan okuyamaz mı insanoğlu. Belki de Cemal haklıydı. Bir duyguyu dışa vurabilmek için önce onu içerde yaşamak lazımdı. Bu düşüncelerden beyni, vücudu yorulmuş olacak ki uykunun geceyi kuşatan ellerine bıraktı kendini. Hafif mırıltılarla uykuya teslim olmadan’ yeşilin kırmızıdan farkı ne’ diyordu.
                                                        *****
Güneşin titrek ışıklarıyla aydınlattığı gece yerini gündüze bırakırken hafif esen serin bir rüzgarla yola koyuldu. Işığın rengi bugün de yoktu. Öğleden sonra daimi mekanına ancak gelebildi. Sonbahar tüm duygusallığıyla yeryüzüne hükmediyordu. Yeryüzü çırılçıplak bir hal almış, yaprakların birer birer intihar etme fasılları bitmişti. ’Güneş’in bir anne şefkatiyle okşadığı yaprakları rüzgar acımasız darbelerle oradan oraya savuruyordu’. Cemal böyle tasvir ediyordu sonbaharı O’na. ‘Hayatta böyle işte bizi bir o yana bir bu yana savurur’ diyordu. Rüzgar yaprakları nasıl savurur. Yapraklarda benim sigaralarım gibi yeşilmiş. Sigaraya neden yeşil renk vermişler. Kışın sararırmış yapraklar onun için m?  Yeşilin sarıdan, sarının kırmızıdan farkı ne? Bitmek bilmeyen sorular, hayaller ve düşüncelerle vaktin akşamüzeri olduğunu hızlı ama insanı etkileyen akşam ezanından anladı. Hafif bir heyecan oldu içinde çünkü akşamüzeri işler açılır. Gerçi onun bundan pek faydalandığı olmamıştır ama yine de bir umut. Cemal’in işleri iyidir ona göre. Etraftakilerin konuşmalarından bir şeyler satıp aldığını anladı ve kendisinde bir hareket olmayınca her zamanki gibi hemen arka taraftaki ağacın altına sindi. Bol paçalı pantolonunun üzerine eski, yeşil siyah karışımı kareli bir ceket, onun içine sarı örme bir yün kazak, ayağına kenarları patlamış siyah bir bot giymişti. Fırça gibi siyah saçları birbirine girmiş kıvırcık olması da kabarmasına sebep olmuş, sigara içmekten sararmış bıyıkları, uzun sakalı küçücük, sürekli açılıp kapanan gözleriyle boş ve amaçsızca etrafında olup bitenlerden habersiz etrafını süzmeye başladı. Soğuktan çatlamış elleriyle tuttuğu sigarayı içine çekerken sanki bütün hayatının intikamını alır gibi dumanını dışarıya üflüyordu. Ayaz, rüzgar ve sigara dumanının etkisiyle akan gözyaşlarını, burnunu silip derin derin düşüncelere dalıyordu. Cemal ise uzun uzun onu süzdükten sonra kendi kendine:
“-Yahu Saffet bari bugün bitsin bu sigaralar” diyerek üzerine oturduğu kartona bir şeyler karaladı. Saffet ise hafiften yağmur başlayınca iyice ağacın altına sığındı. Üşüyen ellerini nefesiyle ısıtmaya çalışırken Küheylan bütün heybetiyle yağmur damlalarının darbelerine meydan okuyordu. Kırmızı rengi her bir darbeden sonra biraz daha açılıyordu. Cemal’le birlikte boyamışlardı. Cemal yağmur damlarıyla mücadele eden Küheylan’a yaklaştı ve kartonu O’nun önüne yapıştırdı. Çok geçmeden Saffet yeşil üç lira mavi iki kırmızı dört lira gibi sözler söylemeye başladı. Verdiği her sigarada yeşilin kırmızıdan farkı ne demeye devam ediyordu içinden. Bu arada yoldan geçen bir çocuk annesine Küheylan’ın üzerindeki kartonda yazan yazıları okuyordu:
-Anne bak ne yazıyor?
Bugün yine yağmur damlaları çok güzel ama ben sadece ıslanıyorum; çünkü onları göremiyorum... Saffet bu sözleri duyunca kendi kendine “Her yer karanlık peki benim gördüğüm kırmızı hangi kırmızı?” diyordu.      

Yunus BAYRAK


                                           
KRAVAT

Kravat nam-ı diğer boyunbağı. Hırvatların bulduğu boyuna takılan bez parçası. İlk kullanan belki de boynunu sıcak tutmak için kullanmıştır. Dolayısıyla akla ilk gelen anlamını boyunbağı şeklinde tarif etmek de mümkündür.
Yapısı itibariyle belirli bir model, belli bir teknikle oluşturulan bir düğüm, düğümden aşağı sarktığında motif ve renk ahenginin sağlandığı, uzunluğunun beldeki kemere kadar ayarlanabilen bir bez parçasından ibarettir.  Kalitesi kullanıldığı kumaş, seçilen renk ve oluşturulan motife göre değişebilir. İpek veya saten gibi bir kumaş; ilmekleri sık olan bir dokuma her zaman tercih edilir. İnsanlar elbiseleriyle karşılanır fikirleri ile uğurlanır düşüncesine sahip olan herkes kravatı giydiği takım elbisenin bir tamamlayıcısı olarak görmüştür. Gösterişli olmanın ve iyi giyinmenin bir ifadesidir onlar için. O yüzden seçilecek renk ve desenler, kaliteli bir kumaşla birleştiğinde gömlek ve pantolon arasındaki uyumu sağlayacaktır. O kadar değer verilir ki bir sarraftaki en değerli madenlerden bir kravat iğnesi yaptırılır ve en güzel taşlarla da süslenir.
Kravat takma bizde ortaokul yıllarında başlar. Kravatı bağlamak ve düğümünün büyüklüğünü, küçüklüğünü ayarlamak, kravatın uzun ve kısalığını orantılamak hep sorun olmuştur. Öğrenesiye kadar neler çekmişizdir. Fakat asıl sıkıntı öğrendikten sonra başlar. “Lütfen kravatımı bağlar mısın?” diyenler etrafımızda bitiverir. Aslında bu ‘lütfen’ler bizi eninde sonunda bağlamamıza sebep olacak, başı nezaket sonu işkence olan bir işe dönüşür.
Kravat boynumuza taktığımızda anlam kazanır. Kimi zaman önemli biri olduğumuz düşüncesi oluşturarak bize itibar verir. Kimi zaman da şirketlerde sözü geçen, vakar sahibi misyonu yükleyerek saygınlık göstergesi olur. Devlet memurları ve iş dünyasında gelenekselleşen kravat disiplinli olmanın ve ciddiyetin bir sembolü olarak görülür çoğu zaman. Tertip ve düzeni de sağlama fonksiyonunun gözden kaçırmamak gerekir. Tabii bunun yanında toplantılarda da takılması zorunlu bir bez parçası olarak görülebilir. Boynumuzda rahatsızlık verdiğinden hep sıkıcı gelmiştir. Bizi zor durumlardan kurtardığı da çok olmuştur. Önemli gün ve toplantılarda ya üst düğme görevi görmüş ya da tam olmayan yakamızı hizaya getirmişizdir.
Geçmişte de günümüzde de iki yakası bir araya gelmeyen dar gelirli memurun mecazen ve görüntü itibariyle de olsa iki yakasını bir araya getiren yine kravattır. Öyle ki emekli dahi olsak yine sabah erkenden kalkar kravatımızı takar ve güne öyle başlarız.
Bizi ciddi, derli toplu tutan, itibarlı gösteren kravatımız en güzelinden olsun…

Osman Tarık ÇETİNKAYA



MAVİLİĞİ HİSSETMEK

Yine doğmayan bir sabaha merhaba!
Her ânına değecek kadar temiz bir beyaza!
Ay uyumadan çıkmayan dargın mehtaba!  
Sözcükler ne ki hislerin yanında..  

Özgürlük müdür mavi?  
Belki katran gibi demlenmiş bir çay kadar huzur.  
Peki dokunulmayacak kadar güzel mi?
Belki ayın git-gelinde boğulacak kadar kusur.  

Gizlidir belki mavi hiç verilmeyen mendillerde.  
Kimi için denizdir dargın gözlerde yatan.  
Belki de aşktır mavi, beyaz ile öykülerde  
En çok nefret kadar safken, kirli kalan.  

Çiçeklere telaştır belki de,  
Hala geç kalan yağmuru beklerler.
Bazısına cesaret mavi, diklenmek beyhude!
Çünkü bilinen bütün maviler, sır tutmasını bildiler.  

Bazen heves, en harika satırlar özenir.  
Bazen nefes, tutkuyla bezenir.  
Bazen gelir ve sola yerleşir.  
Bazen mavi, acınla dertleşir...

A. Bahtiyar GÜNDÜZ




UZAK DİYARLARA TÜRKÜ

Bayrak dalgalanır şimdi uzak diyarlarda
Gelincik insan için kara sevdalılarda

Dünyayı tutuverdi kutlu barış türkümüz
İnsanlık neşeyle söyleyecek gece gündüz

Rüyalarına bile akmış Hakk'ın davası
Karşılarında parçalanıyor dev aynası

Hasret dillerde duran hüzünlü birkaç hece
Bu aşkı ölçemez dünyada hiçbir derece

Peşindeler gelsin diye şanlı nurlu bahar
Çile çekseler de güller edecek intişar

Sanki hepsi hakikatte yanık hisli bülbül
Yüreklerinde cihanlar olsun lale sümbül

Duyan gören şaşırır bu neyin sevdası
Kalplerini sanki kaplamamış dünya pası

Bu türküye aranıyorsa bir şevkli ahenk
Anlaşılacak belki onlar kudsilere denk