7 Mayıs 2015 Perşembe

İbrahim KAYA


                                                   
 HANGİ KIRMIZI?

Bazen senden başka herkes gecikir randevusuna. Oysaki sen erken gitmiş olmanın sevinciyle ön saflarda alırsın yerini heyecanla. Ne kötüdür yine de herkesten önce gecikmişsindir başkalarına. Gündüzlerin ıstırabını gecelerde telafi etmek isteyen yalnızlık misali karanlıklarda ararsın aydınlığını. Çok uzaklarda aradığını en yakınında kaybedersin.
Yorgun geçen bir günün sonunda Cemal’in dilinden dökülen bu sözler bütün çabalarını yok saymıştı. Öyleyse ayakta durmaya çalışmanın sebebi neydi? Neden dünyası alabildiğine karanlıktı? Neden baktığı her yerde kocaman bir boşluk vardı? Böyle karanlık olmasının sebebi ışıkların erken söndürülmüş olması mıydı? Işık nasıl bir şeydi? Neye benziyordu? Rengi nasıldı? Karanlıkla renkleri aynı mıydı? Algıladığının adı karanlık mı ki? Belki de Cemal’in dediği gibi kırmızı olabilirdi. Kırmızıyı yeşilden ayrı kılan... Beynini kurcalayan anlamsız, sıkıcı sorularla geldiği yoldan evine dönüyordu. Yol; sağlı sollu ağaçlar ve rengarenk çiçeklerle kaplıydı. Sonbaharda hüzünlü sarılık, kışın soğuk bir beyazlık kaplardı yılanı andıran yolu. Çığlık çığlığa bağrışan çocukların, gizlice buluşan sevgililerin olduğu şirin park süzülüşüne eşlik ederdi. Cemal işte, yine abartıyordur diye mırıldanırken evin aşağısındaki boş araziye gelmişti. Kulaklarını her zamanki gibi çınlayan çocukların sesi kaplamıştı. Çocuklardan biri “Benim uçurtmam daha güzel olmuş” diye bağırınca irkilip kendine geldi.
 Sonbahar çok duygusal oluyor nedense, diyerek yürüyordu. Duygusal olmak? Koskoca bir muamma.  ’Duygusal’ ne ifade ediyordu? Uçurtma ve duygusal, hangisi daha kırmızı? Yürümeye devam ederken bir ara durdu, başını yukarı kaldırdı. Bekledi, bekledi ve derin bir iç çekişten sonra kenarı kırık bir kaldırım taşına oturdu. Sorular, düşünceler. Çok anlamsız değil miydi rüzgarı beklemek, sınırlı özgürlüklere uçurmak için uçurtmalarımızı. Var olmak umuduyla gökyüzüne süzülen uçurtmaları yarı yolda bırakan rüzgar nasıl bir dosttu? Cemal’den duyduğu sözleri şimdi kendisi tekrarlıyordu, anlamsız. Gökyüzü de maviymiş Cemal, dedi kendi kendine. Mavi. Kırmızıdan farkı ne? Hangisi daha karanlık? Günün yorgunluğuyla ıkına ıkına doğrulup tekrar yürümeye koyuldu. Biraz sonra temkinli, yumuşak, karıncayı ezmekten korkan yürüyüşüyle eve geldiğini annesinin tiz sesinden anladı.
“-Geberesice neden bu kadar geciktin?” Cevaplanması bir zor bir soru, ne diyebilirdi ki? Yıllardır bu soruya cevap veremiyordu. Sadece derin bir sessizlik. Annesinin yeni bir atağıyla sessizlik nihayet buldu.
“-Allah boyunu devirsin, beni hep böyle kapılar da mı bekleteceksin? “ Yine derin bir sessizlik. Yaşlı kadın, zafer kazanmış komutan misali ellerini bükülmüş belinin arkasına bağlamış sinirli sinirli bakıyordu. O ise hala ‘Allah boyunu devirsindeydi’. Allah boyu neden devirir? Annemi seviyorum peki ya Allah’ı? Göremiyordu O’nu. Olsun kırmızıyı seviyorum kırmızı da alabildiğine karanlık değil mi? Sevmek için görmek gerekmez her zaman diyordu. Hem Allah deyince göğsünde tatlı bir heyecan oluyor, yüreğine hafif bir rüzgar esiyordu. Rüzgarın rengi de karanlık ne olacak ki? Kendini olumsuzluklardan soyutlayarak mutlu olmaya çalışsa da kolay olmuyordu bazı düşünceleri bertaraf etmek. Bir insan en çok başını yastığa koyduğu zaman yapayalnızdır karanlıklarda. Çünkü yalnızlık kocaman bir karanlıktır. Kırmızıyla da yalnız kalmamak için dost olmuştu aslında. O da karanlıktı ama biraz olsun aydınlatıyordu karanlıkları. Sadece anlayamadığı yeşilin kırmızıdan farkı neydi? Müşteriler yeşil deyip duruyordu. Maviyi pek seven yoktu herhalde çok az isteniyordu. O da biraz kırmızıya benziyordu sanki.
                                                              *****
Bahçeye girdi üzerine sigaralarını dizip sattığı arabasını yani Küheylan’ını söğüt ağacına yasladı. “Söğüt ağacı deyip geçmeyin çok yaşlıdır, taa rahmetlinin zamanından beridir bize ahbaplık eder” diyordu annesi komşularına. Annesine:
“-Küheylan’ı bağlar mısın sonra kaçmasın” dedi. Neden sonra kapının tokmağına dokunduğunu hissetti. Küheylan’ın güvenli bir şekilde dinlendiğinden emin olduktan sonra içeri girdi. Küheylan olmasa ne yaparım ben, sigaraları benim için kim taşır ondan başka? Satamam da. En yakın dostlarımdan biridir o, diyerek tebessüm etti. Her gün dertleşirler Küheylan’la. Konuşmayı pek sevmediğinden fazla arkadaşı da yoktur. Kalabalıklarda yalnızdır çoğu zaman. Cemal, Küheylan bir de Kırmızı. O en çok Kırmızıyı sever ama kimseye söylemez. Ne tuhaftır ki kendisi Kırmızı’yı sever O’nun kahrını da yıllardır Küheylan çeker. Derin hülyaların ruhunda açtığı yaraları da hep Kırmızıyla tamir eder. Bazen hülyaların esintisiyle düşünceler şaha kalktığında sevgiyi tahayyül eder ama bir kalıba sokamazdı. Renksiz ve çok soğuktu. Kırmızı’nın rengi de yoktu en azından sıcaktı ona karşı. Çay misali içini ısıtıyordu. Çay, sevgi, Kırmızı… Aralarındaki fark Kırmızı’dan ibaret. Kafasında yepyeni düşünceler, sorular ve cevaplar. Çay, sevgi, Kırmızı... Bunların farkı. Derken yine o ses:
“-Yemek hazır gel hadi.” İştahı yoktu pek fazla yemeli miydi? Tekrar sorular. Çay, sevgi,  kırmızı, Allah. Neden bu kadar yalnızdı acaba, ama gerçekten yalnız mıydı? İlk tesellisine tezat bir şekilde’ varsa nerede, varsa ne kazandım yoksa ne kaybettim’ diye düşünürken tekrardan sakin bir edayla ama kırmızıyı bana o göndermedi mi, Küheylan, Cemal... Aslında O hep benimle. Başı ellerinin arasında yığınla soruların altında ezilmişçesine art arda “Küheylan Cemal Allah Kırmızı” bu isimleri zikredip duruyorken bir ara annesine cevap vermesi gerektiğini hatırladı:
-Yemeyeceğim uykum var uyuyacağım, dedi.
                                                               *****
Yatağının kenarında duran dolaptan destek alarak yatağına girdi. Başını yastığa koyacakken Cemal’in bugün okuduğu şiiri tekrarladı sessizce
Lacivert gecenin girdabında boğulmuş, hüzünlü bir gözyaşıydık biz...
Başını yastığa koyduktan sonra gece neden lacivert de kırmızı değil, acaba gözyaşı mı onu bu renge boyadı? Sorular, sorular, sorular... Cemal’in dediği gibi geç kalmışlığa meydan okuyamaz mı insanoğlu. Belki de Cemal haklıydı. Bir duyguyu dışa vurabilmek için önce onu içerde yaşamak lazımdı. Bu düşüncelerden beyni, vücudu yorulmuş olacak ki uykunun geceyi kuşatan ellerine bıraktı kendini. Hafif mırıltılarla uykuya teslim olmadan’ yeşilin kırmızıdan farkı ne’ diyordu.
                                                        *****
Güneşin titrek ışıklarıyla aydınlattığı gece yerini gündüze bırakırken hafif esen serin bir rüzgarla yola koyuldu. Işığın rengi bugün de yoktu. Öğleden sonra daimi mekanına ancak gelebildi. Sonbahar tüm duygusallığıyla yeryüzüne hükmediyordu. Yeryüzü çırılçıplak bir hal almış, yaprakların birer birer intihar etme fasılları bitmişti. ’Güneş’in bir anne şefkatiyle okşadığı yaprakları rüzgar acımasız darbelerle oradan oraya savuruyordu’. Cemal böyle tasvir ediyordu sonbaharı O’na. ‘Hayatta böyle işte bizi bir o yana bir bu yana savurur’ diyordu. Rüzgar yaprakları nasıl savurur. Yapraklarda benim sigaralarım gibi yeşilmiş. Sigaraya neden yeşil renk vermişler. Kışın sararırmış yapraklar onun için m?  Yeşilin sarıdan, sarının kırmızıdan farkı ne? Bitmek bilmeyen sorular, hayaller ve düşüncelerle vaktin akşamüzeri olduğunu hızlı ama insanı etkileyen akşam ezanından anladı. Hafif bir heyecan oldu içinde çünkü akşamüzeri işler açılır. Gerçi onun bundan pek faydalandığı olmamıştır ama yine de bir umut. Cemal’in işleri iyidir ona göre. Etraftakilerin konuşmalarından bir şeyler satıp aldığını anladı ve kendisinde bir hareket olmayınca her zamanki gibi hemen arka taraftaki ağacın altına sindi. Bol paçalı pantolonunun üzerine eski, yeşil siyah karışımı kareli bir ceket, onun içine sarı örme bir yün kazak, ayağına kenarları patlamış siyah bir bot giymişti. Fırça gibi siyah saçları birbirine girmiş kıvırcık olması da kabarmasına sebep olmuş, sigara içmekten sararmış bıyıkları, uzun sakalı küçücük, sürekli açılıp kapanan gözleriyle boş ve amaçsızca etrafında olup bitenlerden habersiz etrafını süzmeye başladı. Soğuktan çatlamış elleriyle tuttuğu sigarayı içine çekerken sanki bütün hayatının intikamını alır gibi dumanını dışarıya üflüyordu. Ayaz, rüzgar ve sigara dumanının etkisiyle akan gözyaşlarını, burnunu silip derin derin düşüncelere dalıyordu. Cemal ise uzun uzun onu süzdükten sonra kendi kendine:
“-Yahu Saffet bari bugün bitsin bu sigaralar” diyerek üzerine oturduğu kartona bir şeyler karaladı. Saffet ise hafiften yağmur başlayınca iyice ağacın altına sığındı. Üşüyen ellerini nefesiyle ısıtmaya çalışırken Küheylan bütün heybetiyle yağmur damlalarının darbelerine meydan okuyordu. Kırmızı rengi her bir darbeden sonra biraz daha açılıyordu. Cemal’le birlikte boyamışlardı. Cemal yağmur damlarıyla mücadele eden Küheylan’a yaklaştı ve kartonu O’nun önüne yapıştırdı. Çok geçmeden Saffet yeşil üç lira mavi iki kırmızı dört lira gibi sözler söylemeye başladı. Verdiği her sigarada yeşilin kırmızıdan farkı ne demeye devam ediyordu içinden. Bu arada yoldan geçen bir çocuk annesine Küheylan’ın üzerindeki kartonda yazan yazıları okuyordu:
-Anne bak ne yazıyor?
Bugün yine yağmur damlaları çok güzel ama ben sadece ıslanıyorum; çünkü onları göremiyorum... Saffet bu sözleri duyunca kendi kendine “Her yer karanlık peki benim gördüğüm kırmızı hangi kırmızı?” diyordu.      

2 yorum:

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. Kimi insanın hislerine ve iç sesine tercumaan olabilecek derin anlam içeren bi yazı çok begendim

    YanıtlaSil