30 Temmuz 2015 Perşembe

Salih HİLMİ



ÇOK HÖRGÜÇLÜ DEVE

Acilen bir deve bulalım çok hörgüçlü
Büyülerken dev yapılar zombi halkları
Sahte cesurları bindirip firavunlara verelim
Mumya kralların izindedir mumlaşan kalemler
Bırakalım her birini piramit dehlizine

Paralel evren kapısına dayandı ülkeler
Ruhlar satılıyor koyu mavi gecelerde
Çocuklar asma köprülerden uçurumlara
Üç maymun derneği ateşten hortum neşesinde
Su, petrol, silah, din, para daimi ninnidir size
Atlar yorgundur asrın çöl kumlarında,dinlenmeli

Ah, uykularımızın katili ödlek şövalye
Niçin çöllere aşıksın böyle?
Attan inip ateşli kartala bindin
Meteorların kumlu akşamları aydınlatıyor
Düşen her meteor yüreğimizi eritse bile

Dilek tutulmuyor yarasa gecelerinde
Sadece duaya durulur samimi duaya
Akbabalar anlaşsa da kargalarla
Baykuşlar akıl hocaları ise eğer
Aslanlar kükreyince farkları yoktur hepsinin
Sivri sinek ve kara sineklerden

Yunus BAYRAK


MİSAFİR

Zifiri karanlık bir gece getirdiler onu köye. Misafir geldiği evde heyecanla karşılanmıştı. Sessiz sakin, sesi çıkmadan oturuyordu kendisi için özenle hazırlanan yerinde. Burası evin baş köşesi de denilebilirdi. Çünkü geldiği evin görgüsüydü. Eve gelen birine evin güzel yerini göstermek.
Köy ahalisi köye yeni gelen bu misafiri merakla gelip dikkatle izliyordu. Köyde ve evde büyük bir ilgi odağı olmuştu. Her akşam ahaliden birkaç kişi akşamın olması, karanlığın çıkması ile onun geldiği hane sahibini ziyaret ediyorlardı. Tüm gözler onun üstündeydi. Bir akşam da bizde kalsın istiyorlar fakat ev sahibinin buna müsaade etmeyeceğini düşünerek sadece akıllarından geçiriyorlardı.
Gel zaman git zaman kış geldi çattı. Artık evde misafirlik bitmiş evin her tarafında kendine bir yer bulabiliyordu. Önceleri olduğu gibi kendisi için hazırlanmış köşede sabahtan akşama akşamdan sabaha kadar olduğu gibi durmuyordu. Evin sakinlerinden her kim olursa işini kolaylaştırsın diye onu da yanında götürüyordu. Gittiği her yerde kendisini götüren kişinin yüzünü aydınlık tutuyordu.  Çünkü sesi soluğu çıkmıyor, kimsenin arkasından konuşmuyor, kötü söz etmiyordu. Bir o kadar da işe yarıyordu. Onu yanında götüren kişilerin önü açılıyor, görünmeyen karanlıklar aydınlanıyordu.
O köye geldi geleli pek çok şey değişmişti,.. Evvela zaman üç dört saat daha genişlemiş gibiydi. Gün içerisinde birbirini neredeyse göremeyen insanlar onun köye gelmesi ile birlikte olmaya başlamış beraberlik olgusu gelişmişti. İnsanlar arasında diyalog ilerlemiş, dostluklar pekişmişti.. Köyün bilge kişileri bir halka çevirip eskiden dinledikleri hikâyeleri, başından geçen olayları, yıllarca edindikleri tecrübelerini yeni yetişen nesle anlatıyorlardı. Yeri geliyor köy odasında toplanılıyor köy adına kararlar alınıyordu. Çocuklar oyunlarını oynuyorlar, kadınlar gündüzden kalma el işlerini tamamlıyorlardı. insanlar bir yerde toplanıp vakit geçirmek için fırsat elde etmişlerdi. köy halkı ona çabuk alıştı. Ondan memnuniyetini her yerde dile getirdi. O doğduğu günden beri yaşadığı şehir hayatını unutmak için pek de zorlanmamıştı. O da kendisine gösterilen itinadan memnundu.
Köye bir gün kendisi için kötü, köy için iyi bir haber geldi. Kendisi için kötüydü çünkü her yeni gelen kendinden öncekini bir köşeye oturtuyordu. Bir nevi emekliye ayrılıyordu. Kendisi de köye geldiğinde kendinden öncekine aynısı yapılmamış mıydı? Terk edilmiş bir virane gibi bir köşeye itilmek istemiyordu.  Bu haber onu köydekiler kadar memnun etmedi. Oysa işi daha da kolaylaşacaktı. Akşamdan akşama yaptığı birkaç saatlik mesaiyi bundan sonra belki de hiç yapmayacaktı. Evin başköşesinde kendisi için ayrılan yerden belki de yıl boyu hiç kalkmayacaktı. Fakat üzgündü. Çünkü insanlara eskisi kadar faydalı olamayacağının hüznü vardı üstünde. Belki de arada bir köye yeni gelen misafir az da olsa köyden uzaklaşacağı vakit işe yarayacaktı. Oysaki hane sahibine yıllarca hizmet etmişti. Köylü üzerinde de emeği hiç de az değildi. Az mı etrafına toplanıp çekirdek çitlemişler, mısır patlağı yemişler, bilmeceler sormuşlar, hikâye anlatmışlardı. Biraz da bunun kırgınlığı vardı üzerinde. Bu gördüğü işleri insanların görmezden gelmesini içine hiç de sindiremedi. Gelecek olan bunları yapamazdı ki. Hatta birleştirici özelliğinin aksine ayrıştırıcı özelliği vardı. O geldikten sonra insanlar birbirlerinden kopuk yaşayacaklardı. Nitekim öyle de oldu. Herkes akşam olunca kendi hücresine çekildi. İkileşmeler üçleşmeler gruplaşmalar… fitne ve fesat arttı da gitti. Evet, zaman eskisinden daha da fazla görülmeye başlandı. Fakat boşa giden zaman da fazlasıyla geldi. Köydekiler bunu hesap edemezdiler tabii. Önceleri daha çok işe yarıyor diyerek yeni geleni işe koştular. Pabucu dama atılmıştı bir defa. Önceki gelen hem eski diye önemsemediler hem de yeni gelen daha çok alana hükmediyor demiştiler.
Yıllar böyle geldi geçti. Kendisi için ayrılan yerde yıllarını geçirdi. İşe yarayamamanın hüznü olan biri gibi öylece beklemedeydi.  
Elektriğin olmadığı bir gece ev sahibi ve sakinleri eve geldiklerinde elektriğin olmadığını görünce çaresizce içeri girdiler. Elektrik olmadan hiçbir şey yapılamıyordu. Evler eskisi gibi küçük ve eşyalar da az değildi. Birbirine karıştırmamak mümkün değildi. Gözleri hemen onu aradı. Çünkü bu işlere kendisini emekliye ayırmadan önce hep ondan ister ve beklerlerdi. Ev sahibinin eline telli dolabın üzerinden bir kibrit ilişti. Kibriti yaktı onun parıldayan yüzüyle ev yeniden aydınlandı. İlk geldiğinde gösterdiği hüneri yine göstermişti. Geldiği günkü gibi hemen işini sergilemişti. Arada bir kırgınlık olsa da ev sahibine vefasızlık edemezdi. Ne de olsa yıllarca onu evin başköşesinde tutmuş bakımını güzelce yapmıştı. Ev sahibinin aklına onu eve getirdiği ilk gün gelmişti. ona isim vermeleri bile güzel bir anı olarak kalmıştı zihinlerinde: Yine şimdi bulunduğu yerde evin baş köşesindeydi. Evin halkı merak içinde etrafına dizilip saatlerce izlemişlerdi. Kendinden önce gelenle aralarında farklar vardı. Bu biraz daha güçlü ve daha dayanıklı idi. Evin her tarafına yetecek gücü vardı. Evdeki her eşyanın bir ismi vardı. Onun da bir ismi olmalıydı. Ona bir isim vermek gerekti. Diğerine göre daha süslü daha gösterişli demişlerdi. Hem kendilerini de köyde tek olması hasebiyle daha zengin göstereceğini düşündüklerinden şehirli ifadesiyle seslenmeyi düşündüler: LÜKÜS. 
Şehirde ona lüküs diyorlardı. Evet o zaman göre köye göre lüks bir eşya idi. Köyde bir ilkti. Kendinden önce gelen gaz lambası hem zahmetli hem ışığı daha azdı. Birde çıkardığı isten ötürü de pek tercih edilmiyordu. Mehmet hoca lüküs üzerindeki tozu ince uzun parmaklarıyla hafifçe temizledikten sonra eski günlerdeki gibi olsun istemişti. Fakat şimdilerde zamanın çok gerisinde kalmıştı. Eskiden olduğu gibi ahalinin alışması hiç de kolay olmazdı. Çünkü teknoloji her gün bir başkasını çıkarıyordu. Ampül, led…

 Lüküs yandıkça çıkan dumanlardan anılar da tütsülendi. Nerede o eski günler dedi kendi kendine. Hey gidi günler diye iç geçirdi. Keşke o eski günleri geri getirebilseydi ama nafile. Mehmet Hoca’nın ağırlaşan gözleri ile birlikte lüküsün ışığı da yavaş yavaş karardı. 

Metehan FİDAN



AH BE KADIN

Yöneldim bir sır gibi, yandım elife,
Nasıl bir yolculuk aşktan zelife,
Toplarken günahları sen müzdelife,
Şeytan mıyım taşladın, ah be kadın…

Sevdanın tutulması binde bir nedret,
Sendeki düpedüz katıksız nefret,
Sana yalvarıyorum ne olur affet,
Cansız mıyım haşladın, ah be kadın…

Sanırlar sözlerimi bulmacadan afi,
İçim dışım bir benim, gönüllerde safi,
Yeter yalan toprağı suladığın kafi,
Oyun muyum oynadın, ah be kadın…

Beklerken eskittiğim aşk saltanatı,
İstemem bu külfeti bu kara tahtı,
Nasipsiz emellerin fukara bahtı,
Satır mıyım çizdiğin ah be kadın…

Bu hicranı kaldıran Mecnun ben miyim,
Zakkumun ağacından meyve yer miyim,
Firdevsin bahçesinde esen yel miyim,
Günah mıyım yazdığın ah be kadın…

Abdülmecid ORHAN


SOBANIN MACERASI

Sıcakların dünyamızı kapladığı şu günlerde kendimizi bir sobanın içinde gibi hissediyoruz. Devasa bir sobaya dönen yerküre ve yukarıdan ateşiyle yakıp kavuran güneş… İnsanoğlu yazın bu gök sobasından şikayet etse de kışın zemheri soğuklarında Leyla’sını aramaya duran Mecnun misali güneşi arar durur. Güneş önüne bulutları, yağmurları, karları yığıp biz insanlara yüz vermez. Özletir ve sanki bundan lezzet alır. İnsan eski çağlardan bu yana güneşle aydınlanıp onunla ısınırken kışın ne yapmakta idi? İşte burada çağlar boyu bir tekamül sürecinden geçen ocak, mangal, şömine, soba ve kalorifer gibi nesneler imdadına yetişmiştir. Katı, sıvı, gaz ve son olarak elektrikli yakıtla çalışan sobalar evlere, işyerlerine kurularak insanların en önemli hayati ihtiyaçlarından birini karşılamıştır.

Soba, Macarca çiniden yapılan ev hamamıszóba” sözcüğünden alınmış gözükmekte. Ancak Macarcaya da Almanca “stuba” sözcüğünden dönüştürülmüştür. Eski dönemlerde evlerde yemek yapmak, ısınmak, için birkaç taş alınıp belli bir mesafeyle konularak içinde ateş yakılır ve buna ocak denilirdi. Zamanla bu ocaklar barınakların içine alınıp dumanını atmak için üst kısma delik açıldı ve gün geldi bacalar yapıldı. Ocak yavaş yavaş evin bir parçası haline gelip duvarlara gömülü olarak hazırlanıp baca tertibatı üzerinde ayrıca duruldu. Selçuklular ve Osmanlı döneminde ocaklar yapı sanatında süslemeleriyle de dikkat çekerek bir göz zevkine de imkan vermiştir. Ocağın nadir de olsa şiire yansıyıp edebiyatta da kendine yer bulduğunu görürüz. Şair Nâbî mangala veya ocağa “âteş-dân” derken bize ravzayı hatırlatır: “Yazsalar ravzasının nâmını âteş-dânâ / Zîr-i âteşte olur bir çemen-i sebz-remâd” Nâbî Resulullah’ın (asm) ravzası ocağa yazılsa o ateşin altı, yeşilden bir küle dönüşür deyip muhabbetini bize de duyurur.

Dünyanın farklı bölgelerinde ısıtma ve yıkanma suyu için değişik sobalar üretilirken sobanın içine odun ve kömür atıp üzerinde yemek yapma fikri on yedinci yüzyılda ABD’de ortaya konmuştur. Sonraları Pensilvanya’da dökme demirden kuzine dediğimiz içinde yemek yapılabilen ilkel sobalar bulundu.1798’de Amerika doğumlu Bavyeralı Benjamin Thompson, Münih’te tuğladan ürettiği bir ocağın içine madeni raflar koyup altına da ateş yakıp bu sobayı ısıttı. Sobanın üzerinde de yemek hazırlayıp kuzine dediğimiz bu sobaların daha çok ilgi görmesini sağladı.  

Soba zamanla Osmanlı topraklarında Balkan yarım adasından yola çıkıp İstanbul’da görülmeye başlarken ona tereddütlü yaklaşıldı. Bazı Müslümanlar sobayı bidat kabul edip mangaldan yana çıksa da zamanla soba ülkede usul usul yayıldı. Kimi Yahudi din adamları da bu yıllarda sobaya tavır aldı, fakat bu uzun sürmedi. Önce konaklarda soba için düzenleme yapılıp bazısında çini olanları mekana güzellik versin diye üzerinde titizlikle duruldu. Zamanla devlet daireleri de bu serüvene iştirak ederek sobanın ülke topraklarında taht kurmasına izin verdi. Sobalar bir de Kafkasya tarafından “peçko” namıyla Anadolu’ya girip köylerde gözükmeye başlayınca neredeyse ailenin bir ferdi konumuna ulaştı.

Yıllar geçtikçe ülkemizde soba üzerine bir sanayi kurulup sacdan, tuğladan, dökme demirden çeşit çeşit soba üretildi. Bir anda yanardağ misali alev alan gaz sobaları, Karadeniz’de fındıkların atılıp çıtır çıtır seslerle yanan ördek sobalar, evleri borularla kuşatan kaloriferler, ısıtmak için çabalayıp dursa da bunda başarılı olamayıp içeriyi gazla dolduran katalitik sobalar, son dönemlerde elektrikli ısıtıcılar, ”ufo” namıyla yükseğe asılarak kızılötesi ısınma sağlayan cihazlar, klimalı ısıtıcılar, doğalgaz yakarak tabii enerjiyle mekânlara can katmaya çalışan kombili makineler derken ocak ve soba anlayışı özellikle son birkaç asırda devâsâ bir değişim yaşadı.

Soba onca dönüşüm yaşayıp yerini yeni cihazlara bırakırken zihinlerde pek çok nostalji de bıraktı. Soba üzerinde tatlı tatlı kaynayan çaydanlık,  sobanın bir parçası gibi durarak tüm gün sıcak su verme çabasıyla tıslayıp duran güğüm soğuk kış akşamlarına farklı bir çeşni katardı. Soba borusunu çevreleyen askı aparatına asılı çamaşırlar eve dağınık bir hava katsa da dondurucu soğuklarda çamaşırlarınızı çabucak kurulayıverirdiniz. Bazen gürül gürül yanan sobaya su serptiğinizde su damlalarının kızgın demir üzerinde adeta raks edip buharlaşması küçük bir eğlenceydi çocuklar için. Soba evdeki pek çok çeri çöpü yakıp temizlemesiyle bazen iyi bir öğütücü olarak da kullanılırdı. Kuzinede pişirilen börekler, haşlanan patatesler ve çizilip sabırsızlıkla beklenerek lokum haline dönen mis gibi kestaneler…

Soba keyiflidir, sıcaktır, üzerine bırakılan portakal kabuğunun kokusu hoştur; lakin çağrışımı bol olsa bile meşakkati de az değildir. Binbir zahmetle sobayı kurup borularını yerleştirmek veya kış bitiminde – yalancı bir baharsa yandınız- onları kaldırmak çiledir. O ayazlarda kova kova odunu binaya taşımak hatta ondan evvel koca bir kamyonu bodruma taşımak büyük meşakkattir. Haydi odun ve kömürü taşıdın onu tutuşturmak da kolay değildir. Yaş odunlar varsa kömürün kalitesizse ayrı bir derttir. Sonra ateşini canlı tutmak için arada bir demir çubukla karıştırmak, birkaç kova kömür atmak… Bununla bitse iyi. Sırada külünü temizleyip çöpe dökmek acayip bir azaptı. Kimi vakit havasızlıktan poff sesi ile insanı ürkütmesi, bazen de rüzgardan dolayı dumanın geriye tepmesi ya da etrafa kül saçması… Bazen kişi nostaljik duygularla anılara gidip dondurucu aralık akşamlarında sobanın camından ateşe bakarken hislense de cefasını, külfetini unutmamalı. Hele soğuk kış akşamlarında bir odadan bir odaya gidemeyip tek bir odaya mahkumiyet ve öğrenciyseniz o tek odada ders çalışmak apayrı bir ıstıraptı.

Soba için pek çok güzelleme yapsak bile meşakkatini düşündüğümüzde günümüz insanı onu bir nostaljik araç olarak sevmeye devam edecek. Her aracın bir ömrü vardır. Yenisi daha farklı donanımla geliyorsa insanoğlu önceleri tereddüt etmekte ancak zamanla yeni nesneye yönelebilmekte. Soba çağrışımına değişik bir bağlantı kuran Aytmatov’un Cengiz Han’a Küsen Bulut adlı eserindeki soba ve devlet benzetmesi enteresandır. Ne diyordu romancı: “Devlet bir sobadır ve yakıtı da yalnız insandır. Yakılacak insan olmazsa soba söner. Sönen, yanmayan sobanın da hiçbir yararı yoktur. Ama öte yandan bu insanlar devlet olmadan yaşayamazlar, yakan onlardır. Sobayı yanar tutmakla görevli olanlar da ona yakıt temin etmeliydiler. Her şey buna bağlı.” Yazar komünist ideolojinin çemberinden geçmesi hasebiyle sobanın zihin evrenindeki imajına ender bir benzetme getirerek devlete, yönetime dair düşündürücü bir kapı açmıştır.

Günümüzde insanoğlu en önemli ihtiyaçlarından olan ısınmayı, yemek yapmayı daha sistemli ve teknolojik araçlarla yaparak dünyadaki konforunu artırmaya çalışmakta. Eski alışkanlıklar ve araçlar bazen bir köşede kişiye gülümse bile insan etraflıca düşündüğünde o çileye kolayca adım atamamakta. İnsan nasıl bir ruhu varsa zamanın, mekanın ve nesnelerin de farklı bir ruhu vardır. Bazı araçlar da kendi zamanında ve mekanında güzel olması hasebiyle o ruhu artık serbest bırakmak gerekmez mi? 


Ali KARTAL


GÖNÜL EVİM        

Kaybettim galiba gayret denizimi
Sarmalıyor en hırçın, ruhsuz dalgalar
Beni kuduz salyalarıyla

Akıyor günler amaçsız, başıboş
Verimsiz, kurak gönlüm nahoş
Kaçıyorum kendimden kapalı gözlerim

Erimiyor kalbim gözüm yaşıyla
Sızlamıyor burnum dertsizliğim derdinde
Sesleniyorum boyuna, derinden derine
Karanlık zindan, soğuk duvarlar içimde
Aydınlanmıyor, ısınmıyor gönül evim

Neden, niçin, niye

A Bahtiyar GÜNDÜZ


AMANSIZ SANDIK

Açılır vakti gelince nice gizli perde
İnsan düşecek o an amansız bin bir derde
Gönlü olmamışsa boş hislerden hep azade
Çekecek onu, zamanı yutan en son belde

Duruyor şu hayatta bazı zaman mantık
Konulunca serin toprağa tahta sandık
Eylemişse kendine günahı acı katık
Demez mi, eyvah dünya şimdi nereye vardık

Büyük avcı çekmeden o dermansız tek oku
Hayat güneşin sönmeden hem kalbinle oku
Bırak artık sahte saltanatta azı çoku
Son vatana yıpranmaz iman kilimi doku