SOBANIN MACERASI
Sıcakların dünyamızı kapladığı şu günlerde kendimizi bir
sobanın içinde gibi hissediyoruz. Devasa bir sobaya dönen yerküre ve yukarıdan
ateşiyle yakıp kavuran güneş… İnsanoğlu yazın bu gök sobasından şikayet etse de
kışın zemheri soğuklarında Leyla’sını aramaya duran Mecnun misali güneşi arar
durur. Güneş önüne bulutları, yağmurları, karları yığıp biz insanlara yüz
vermez. Özletir ve sanki bundan lezzet alır. İnsan eski çağlardan bu yana
güneşle aydınlanıp onunla ısınırken kışın ne yapmakta idi? İşte burada çağlar
boyu bir tekamül sürecinden geçen ocak, mangal, şömine, soba ve kalorifer gibi
nesneler imdadına yetişmiştir. Katı, sıvı, gaz ve son olarak elektrikli yakıtla
çalışan sobalar evlere, işyerlerine kurularak insanların en önemli hayati
ihtiyaçlarından birini karşılamıştır.
Soba, Macarca çiniden
yapılan ev hamamı “szóba”
sözcüğünden alınmış gözükmekte. Ancak Macarcaya da Almanca “stuba” sözcüğünden
dönüştürülmüştür. Eski dönemlerde evlerde yemek yapmak, ısınmak, için birkaç
taş alınıp belli bir mesafeyle konularak içinde ateş yakılır ve buna ocak
denilirdi. Zamanla bu ocaklar barınakların içine alınıp dumanını atmak için üst
kısma delik açıldı ve gün geldi bacalar yapıldı. Ocak yavaş yavaş evin bir
parçası haline gelip duvarlara gömülü olarak hazırlanıp baca tertibatı üzerinde
ayrıca duruldu. Selçuklular ve Osmanlı döneminde ocaklar yapı sanatında
süslemeleriyle de dikkat çekerek bir göz zevkine de imkan vermiştir. Ocağın nadir
de olsa şiire yansıyıp edebiyatta da kendine yer bulduğunu görürüz. Şair
Nâbî mangala veya ocağa “âteş-dân” derken bize ravzayı hatırlatır: “Yazsalar
ravzasının nâmını âteş-dânâ / Zîr-i âteşte olur bir çemen-i sebz-remâd” Nâbî
Resulullah’ın (asm) ravzası ocağa yazılsa o ateşin altı, yeşilden bir küle
dönüşür deyip muhabbetini bize de duyurur.
Dünyanın farklı bölgelerinde ısıtma ve yıkanma suyu için
değişik sobalar üretilirken sobanın içine odun ve kömür atıp üzerinde yemek
yapma fikri on yedinci yüzyılda ABD’de ortaya konmuştur. Sonraları
Pensilvanya’da dökme demirden kuzine dediğimiz içinde yemek yapılabilen ilkel
sobalar bulundu.1798’de Amerika doğumlu Bavyeralı Benjamin Thompson, Münih’te
tuğladan ürettiği bir ocağın içine madeni raflar koyup altına da ateş yakıp bu
sobayı ısıttı. Sobanın üzerinde de yemek hazırlayıp kuzine dediğimiz bu
sobaların daha çok ilgi görmesini sağladı.
Soba zamanla Osmanlı topraklarında Balkan yarım adasından
yola çıkıp İstanbul’da görülmeye başlarken ona tereddütlü yaklaşıldı. Bazı
Müslümanlar sobayı bidat kabul edip mangaldan yana çıksa da zamanla soba ülkede
usul usul yayıldı. Kimi Yahudi din adamları da bu yıllarda sobaya tavır aldı,
fakat bu uzun sürmedi. Önce konaklarda soba için düzenleme yapılıp bazısında çini
olanları mekana güzellik versin diye üzerinde titizlikle duruldu. Zamanla
devlet daireleri de bu serüvene iştirak ederek sobanın ülke topraklarında taht
kurmasına izin verdi. Sobalar bir de Kafkasya tarafından “peçko” namıyla
Anadolu’ya girip köylerde gözükmeye başlayınca neredeyse ailenin bir ferdi
konumuna ulaştı.
Yıllar
geçtikçe ülkemizde soba üzerine bir sanayi kurulup sacdan, tuğladan, dökme
demirden çeşit çeşit soba üretildi. Bir anda yanardağ misali alev alan gaz
sobaları, Karadeniz’de fındıkların atılıp çıtır çıtır seslerle yanan ördek
sobalar, evleri borularla kuşatan kaloriferler, ısıtmak için çabalayıp dursa da
bunda başarılı olamayıp içeriyi gazla dolduran katalitik sobalar, son
dönemlerde elektrikli ısıtıcılar, ”ufo” namıyla yükseğe asılarak kızılötesi
ısınma sağlayan cihazlar, klimalı ısıtıcılar, doğalgaz yakarak tabii enerjiyle
mekânlara can katmaya çalışan kombili makineler derken ocak ve soba anlayışı
özellikle son birkaç asırda devâsâ bir değişim yaşadı.
Soba onca
dönüşüm yaşayıp yerini yeni cihazlara bırakırken zihinlerde pek çok nostalji de
bıraktı. Soba üzerinde tatlı tatlı kaynayan çaydanlık, sobanın bir parçası gibi durarak tüm gün sıcak
su verme çabasıyla tıslayıp duran güğüm soğuk kış akşamlarına farklı bir çeşni
katardı. Soba borusunu çevreleyen askı aparatına asılı çamaşırlar eve dağınık
bir hava katsa da dondurucu soğuklarda çamaşırlarınızı çabucak
kurulayıverirdiniz. Bazen gürül gürül yanan sobaya su serptiğinizde su
damlalarının kızgın demir üzerinde adeta raks edip buharlaşması küçük bir
eğlenceydi çocuklar için. Soba evdeki pek çok çeri çöpü yakıp temizlemesiyle
bazen iyi bir öğütücü olarak da kullanılırdı. Kuzinede pişirilen börekler,
haşlanan patatesler ve çizilip sabırsızlıkla beklenerek lokum haline dönen mis
gibi kestaneler…
Soba
keyiflidir, sıcaktır, üzerine bırakılan portakal kabuğunun kokusu hoştur; lakin
çağrışımı bol olsa bile meşakkati de az değildir. Binbir zahmetle sobayı kurup
borularını yerleştirmek veya kış bitiminde – yalancı bir baharsa yandınız-
onları kaldırmak çiledir. O ayazlarda kova kova odunu binaya taşımak hatta
ondan evvel koca bir kamyonu bodruma taşımak büyük meşakkattir. Haydi odun ve
kömürü taşıdın onu tutuşturmak da kolay değildir. Yaş odunlar varsa kömürün
kalitesizse ayrı bir derttir. Sonra ateşini canlı tutmak için arada bir demir
çubukla karıştırmak, birkaç kova kömür atmak… Bununla bitse iyi. Sırada külünü
temizleyip çöpe dökmek acayip bir azaptı. Kimi vakit havasızlıktan poff sesi
ile insanı ürkütmesi, bazen de rüzgardan dolayı dumanın geriye tepmesi ya da
etrafa kül saçması… Bazen kişi nostaljik duygularla anılara gidip dondurucu
aralık akşamlarında sobanın camından ateşe bakarken hislense de cefasını,
külfetini unutmamalı. Hele soğuk kış akşamlarında bir odadan bir odaya
gidemeyip tek bir odaya mahkumiyet ve öğrenciyseniz o tek odada ders çalışmak
apayrı bir ıstıraptı.
Soba için pek
çok güzelleme yapsak bile meşakkatini düşündüğümüzde günümüz insanı onu bir
nostaljik araç olarak sevmeye devam edecek. Her aracın bir ömrü vardır. Yenisi
daha farklı donanımla geliyorsa insanoğlu önceleri tereddüt etmekte ancak
zamanla yeni nesneye yönelebilmekte. Soba çağrışımına değişik bir bağlantı kuran
Aytmatov’un Cengiz Han’a Küsen Bulut adlı eserindeki soba ve devlet benzetmesi
enteresandır. Ne diyordu romancı: “Devlet bir sobadır ve yakıtı da yalnız
insandır. Yakılacak insan olmazsa soba söner. Sönen, yanmayan sobanın da hiçbir
yararı yoktur. Ama öte yandan bu insanlar devlet olmadan yaşayamazlar, yakan
onlardır. Sobayı yanar tutmakla görevli olanlar da ona yakıt temin
etmeliydiler. Her şey buna bağlı.” Yazar komünist ideolojinin çemberinden
geçmesi hasebiyle sobanın zihin evrenindeki imajına ender bir benzetme
getirerek devlete, yönetime dair düşündürücü bir kapı açmıştır.
Günümüzde
insanoğlu en önemli ihtiyaçlarından olan ısınmayı, yemek yapmayı daha sistemli
ve teknolojik araçlarla yaparak dünyadaki konforunu artırmaya çalışmakta. Eski
alışkanlıklar ve araçlar bazen bir köşede kişiye gülümse bile insan etraflıca
düşündüğünde o çileye kolayca adım atamamakta. İnsan nasıl bir ruhu varsa
zamanın, mekanın ve nesnelerin de farklı bir ruhu vardır. Bazı araçlar da kendi
zamanında ve mekanında güzel olması hasebiyle o ruhu artık serbest bırakmak
gerekmez mi?