10 Eylül 2015 Perşembe

Metehan FİDAN

ANLAMIYORSUN


Sen akşam güneşi, ben de yıldızın,
Yakıyor toprağı kavuruyorsun,
Kasvetin gecemi örnek alıyor,
Almasın diyorum, anlamıyorsun..

Sen gittin gideli kalmadı neşem,
Ne bir gariplik ne de bir endişem,
Sevabım,serabım seni görmesem,
Ölürüm diyorum,anlamıyorsun..

Karanlık hatıran seni yendi mi,
Başkası övüp de seni yerdi mi,
Affedersin ama sen de kendini,
Bilesin diyorum,anlamıyorsun..

Bilmeden tükettin sen emekleri,
Gönlüne çizdirdin labirentleri,
Bir günlük yazılmış kelebekleri,
Ağlattın diyorum,anlamıyorsun..

Yağmurun buluttan sezerler seni,
Hasetler birikip üzerler seni,
Aslında bakıp da güzeller seni,
Görmemiş diyorum,anlamıyorsun..

Bir mesem kandırdı kara bahtımı,
Bilmeden gözlerin alır kahrımı,
Nereden dedin ya güzel sabrımı,
Yusuftan diyorum,anlamıyorsun..

Birazcık deliydi körpecik kadın,
Nerede bulunmaz, biçilmez tadın,
Güçsüzüm demek mi senin maksadın,
Kalpsizin diyorum, anlamıyorsun..

Toz toprak içinde beni yürüttün,
Vicdan meyvesini öyle çürüttün,
Asırlık yangınım, nasıl dindirdin,
Kuruttun yaprağı, sulamıyorsun,
Ne yapsam ne etsem ANLAMIYORSUN

Salih HİLMİ


UZAKLARA KAPTAN

Köstebekler toplasın bavulu, hesap geldi
Sahte kış biter artık, açılalım denizlere kaptan
Amperi düşük yalancı ışıldaklar güneşte sönük
Ay ve yıldızlar, hem de pusulamız yeter bize
Topla halatı rıhtımdan vira bismillah
Köstebekler toplasın bavulu, hesap geldi

Uzaklara açılalım kaptan uzaklara
Saçlarımız dalga dalga, gözlerimiz kızıl kıvılcım
Her korsanın sevdiği bir yem var
Yem derdinde değil, korsan izindeyiz
Korsansız denizler halkların gölü ve geçimi olsun
Uzaklara açılalım kaptan uzaklara

Güneş eritiyor şimdi aysbergleri
Küresel ısınma, küresel med-cezire evrilmekte
Ruhumuzun yelkenini aç kaptan
Tsunami karartısı, çığlığı yaklaşıyor
Durduralım kaptan tsunamileri, yüreğimizle
Güneş eritiyor şimdi aysbergleri


Kemal ER


AN’LIK ZAMANLAR

Ben gülerken ağlar halime gülüşlerim,
Ebedî cennette yaşamayı düşlerim.
Ürpertir beni de simamı süzüşlerim,
Bunlar kendimi aynadaki görüşlerim.

El sallar bana ebet diyarından bir el,
Fanilik duvarını del ve kendine gel.
Devrildi “ben”ler arkasında azgın bir sel,
Parçalayıp yırttı incecik teni bir yel.

Ben bir misafirim, yalnız otel içimde,
Odası çok ve renkleri bin bir biçimde.
Esma ve sıfatlar apayrı bir seçimde,
Tecelliyle bunlar değişik bir geçimde.

Son anıma yetiş ki yolunu gözlerim,
Mecalim kalmadı kapanıyor gözlerim.
Fanidir benim şu kırık dökük sözlerim,
Gelsen de kalsan da ben Mahbubu özlerim.

Bûsenle sen öp alnımdan ey güzel ölüm,
En mesut anımla kapansın iki gözüm.
Şahadet olsun benim en son altın sözüm,
Yıkanıp arınsın, kalsın sadece özüm.

Kapanmadan gözlerime tek iki perde,
Giriftar oldum hayatta fani son derde.
Aziz misafirim kimdir ve şimdi nerde?
Dertli başım perdeli kupkuru bir yerde.

Azrail’dir benim son aziz misafirim,
Alacak benden can emanetin bilirim.
Ruha şahadeti kevserle içiririm,
İsrafil’in gür avazıyla dirilirim.


Osman Tarık ÇETİNKAYA



SÖZ BUSESİ

Bazen sözler anlatamaz düşsel leşleri.
Gemiler götürür bazen hisleri.
Bakan yok, sen iyi bak gemilere 
Çok söz taşır gemiler denizde.

Susar şimdi şarkılar,
Birkaç söz binlerce düşü açıklar...
Biri erdemi anlatsın, bilmez bunlar 
Altına inat, gümüşü seçen şu duvarlar.

Sözler vardır, söylenmesi zordur.
Anlar vardır, hırçın okyanusları durdurur.
Göz gözle, kalp sözle doyrulur.
İki çift sözle kalp kuş olur...


Bülent TEZCAN


                                 MERAK

Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir isimli eserinde “Ne olurdu, çocukluğumda tanıdığım o her şeyi bilen, bir kere öğrendiğini bir daha unutmayan meraklı ihtiyarlara benzeseydim!” der. Bir şeyi anlamak ve öğrenmek isteğini duyguyla yoğurup en kısa yoldan bize ne güzel ifade ediyor Tanpınar. Ayrıca Tanpınar bu cümlesinde bir şeyi öğrenme, anlama isteğinin zaman kaybetmeden yerine getirilmesinden söz ediyor.

 Merak; insana Allah tarafından verilen en güzel duygulardan biri. İnsanı yücelten bir değer olarak merak duygusunun da yerli yerinde kullanılması çok önemlidir. Kur’an-ı Kerim insanı olayları anlamaya, düşünmeye ve onlarla ilgili fikir sahibi olmaya davet etmektedir.
 Bediüzzaman hazretleri de “Merak ilmin hocasıdır.” der. Yani ilim sahibi olmak için merak etmek, araştırma yapmak gereklidir. Bu zorlu bir yol ama zevkli… Kişi, bu merak etme zevkine bir varabilse hayatı ne kadar anlam kazanır. Hani küçük çocukların ısrarlı soruları olur ne kadar saf, içten. Büyükler bu ısrarlı sorulardan sıkılır, cevap vermekten usanır. Fakat çocuk öğrenmenin verdiği mutlulukla ve merakının giderilmesindeki lezzetle her gün yeni sorularla hayatına devam eder.
 Burada merakla ilgili bir hatıramı sizlerle paylaşmak isterim. Eğitim fakültesi 3. Sınıfta, Divan edebiyatı dersimize rahmetli Prof Dr. Amil Çelebioğlu hocamız giriyordu. O yıl okul idaresi öğrencilerden seçtikleri hocalarla birlikte bir proje çalışması yapmalarını istemişti. Ben de yakın arkadaşım Mehmet Akif’le Amil Hocayla böyle bir çalışma yapmaya karar verdik.
 Ve hocanın odasına gittik. Durumu arz ettikten sonra rahmetli hoca bana nereli olduğumu sordu. Ben de Uşaklıyım, dedim. Hoca:”Uşak’ın nesi meşhurdur?” dedi.  Ben de “Çok iyi bilmiyorum ama galiba halısı” dedim. Hoca tekrar bana:”Uşak halısını başka halılardan ayırabilir misin?”dedi.
Ben soru karşısında afallamış biçimde “Hayır” dedim. Hoca biraz da sitemli bir yüz ve ses ifadesiyle:” Öyleyse niye geldin buraya?” dedi.

Ben çok bozulmuştum ama belli etmemeye çalışıyordum. Amil hoca bizi daha da zor durumda bırakmamak için:” Bakın çocuklar, beraber çalışalım fakat ilgiliyseniz, merakınız varsa, araştırma yapmaktan hoşlanıyorsanız bu iş olur.” Hoca, bize hayatımızın dersini vermişti.

Yine İzmir’den bir hatıra ile devam edelim. Galiba 1975 yılıydı. Bulunduğumuz yere Abdullah Aymaz hocamız zaman zaman gelirdi. Bir gün böyle bir ziyarette, bize:” Ne yapıyorsunuz, ne okuyorsunuz?” vs. gibi sorular sormuştu. Ben o gün bu sorulara tam olarak nasıl cevap verdim, hatırlamıyorum; ama Aymaz hocamızın şu cümlesini çok iyi hatırlıyorum. Hocamız kendisinin bir Kur’an-ı Kerim meali hazırladığını ve 27. Cüze geldiğini söylemişti. Ben bir hayli zaman Aymaz hocamızın kendi yaptığı bu işi bize söylemesindeki espriyi düşündüm ama pek anlam verememiştim. Daha sonraları bu konuşmadan şunları çıkardım. Boşa zaman geçirmeyin, araştırın bir şeyler ortaya koymaya çalışın, demek istediğini anladım.

Bir hocanın öğrencisindeki merak duygusunu nasıl kamçıladığını görmek için Antik Dekor dergisi 93. Sayı Şubat Mart 2006 s.110-116 sayfalarını merak edip okumanız dileğiyle…

Serhat YAZICI



ANNEM

Acılar diner mi ki bomboş hayatta
Sanki çoğalır ben ağlayınca
Kederler biter mi ki sol yanımda
Treninde anne sıcaklığı olmayınca

Tek ben miyim ki böyle üzülen
Gözlerimin önünde hep bir gülen
Geçer mi ki bu günler önümüzden
Gün gelir yanımda olur annem


Ali KARTAL



AYAK SESİ

Yürüyor durmadan
Elleri ceplerinde
Adımlar keskin
Vuruyor hıncını sokaklara

Bir genç
Yalnız yürüyor kendisine
Ruhu, kalbi gibi gözler yaşlı
Havanın ılık güzelliğine inat
Sızı saplanıyor yüreğine
Yüzü mor, hafif titremeli
Sürükleniyor derbeder bir ceset
Gecenin acı soğuk köşesinde

Yalnızlığın ayak sesleri geliyor

Ahmet DENİZ

DOSTUM KİTAP

Kitap sözcüğü Arapça bir sözcüktür.  Ketebe sözcüğünden gelen kitabın  romanlar, şiir kitapları, ansiklopediler, çocuk kitapları gibi birçok çeşidi vardır. Kitaplar bizlere zaman zaman bilgi vermeyi, zaman zaman hayaller dünyasında deliler gibi koşuşturmayı, zaman zaman masal şekline bürünüp uyumamıza yardımcı  olmayı amaçlar. Kitaplar bir şekilde hayatımızın her  yerinde bulunmayı başaran varlıklardır. Ayrıca hayatımızın her anında yanımızda olan bu güzide varlıklar bizlerin en yakın dostu olma şerefine sahip olan varlıklardır.
Evet, kitaplar bizlerin en yakın dostu. Bu dost, boş vaktimizde bizlerle beraber olup zamanı öldürmemize engel olur ve bizlere kendimizi geliştirme imkanı sunar. Bu da bize kitapların gerçek dost olduğunu kanıtlamaya yeter.
Kitaplar, iç dünyamızı sararak benliğimize ortak olan varlıklardır aynı zamanda. Ben aksiyon romanlarını severim, kendimi aksiyon romanı okurken kitabın içinde bulurum ve kitaptaki kahramanların sanki gerçekmişcesine benimle diyaloga girdiklerini hissederim diyen biri aslında kişiliğinin nasıl olduğunu bizlere açıkça gösterir. Mesela şiir kitaplarına düşkün bir kişi olaylara daha şairane bakar, felsefi kitaplar seven kişi  olaylara felsefi açıdan bakarak değişik yorumlar yapabilir. Bunu söylememdeki amaç insanın sevdiği kitap türüne göre yaşaması değil aksine yaşam felsefesine göre kitaplar okuyarak kendini daha mutlu hissetmesidir.
Bir de kitap okumama alışkanlığı diye bir şey var hayatımızda. Çevremizdeki birçok insan bu sorundan yakınır ne yazık ki. Bu gerçekten önemli bir sorundur çünkü kitapsız bir hayat, yazısız bir kitaba benzer bir nevi anlamını yitirir artık. Ülkemizin genelinde bu sorunu ortadan kaldıracak yöntemler geliştirilmeli, bu konu hakkında projeler üretilmeli ve hatta ucunda ödül olmalı.
Kitaplar hayatımızın her aşamasında yer almalı ve bizlerin bir eşyası olmaktan çıkmalı, bizlere dost olmalı hatta en yakın dost. Dostum kitap, hiçbir zaman yanımdan ayrılma…


Abdülmecid ORHAN


HENGÂME

Bir gece uzak sokaklardan gelen bir ses, insanı uyku aleminden söküp alırken çocuklarda bir ürperme yahut gerilim meydana gelir. O ses, saniyeler ilerledikçe yaklaşır da yaklaşır. Kulaklarınızı tıkasanız da engel olamazsınız. Gecenin tüm karanlığında o velvele, şiddetini artırdıkça artırır ve her yanı kaplar. Beyninizi çatlatacak hale geldiği anlarda kendinizi bir köşeye kıstırılmış gibi hissedip tüm çaresizliğinizle örtünüzün altında bekleşirken Allah’a sığınırsınız. İşte o lahzada, sanki bu uğultu bir yolunu bulup beyninizin içine girmiş ve orayı kendine mekan tutarak kıyamet sabahına çağırmaktadır.  Bu hengâmede sokak sakinleri de uyanmış ve sanki İsrafil aleyhisselamın suru çalınmıştır. Başınızda değirmen çevrilirken ahalinin uyanması sizi biraz teskin eder. Sonra bu curcuna, şamata azalmaya daha doğrusu uzaklaşmaya başlar.  O dehşetli dağdağa, şimdi tatlı bir tıngırtıya neredeyse ninniye dönmeye başlamıştır. İşte bu sesin sahibi, silindirik bir şekle sahip kasnağın iki tarafına gerilmiş derilerin sabitlenmesiyle oluşan davul ve bu davula belirli bir ritimle vurulan tokmaktır.

Ramazan geldiği vakit şehrin farklı mahallelerinde davulcular tezahür eder. Belki önceleri kimse tanımaz, görmez hiçbirini. Ancak kısa zamanda davullarının sesi ve biraz yetenekli olanları manilerinin dizeleriyle cümle aleme kendisini tanıtıverir.  Davula vurup sokakları bir ay arşınladıktan sonra bahşişleri toplarken yüz yüze gelir ve bazen küçük cüsseli ya da sıradan bir adamın kimi geceler bizi nasıl ürküttüğünü düşünerek kendi kendimize güleriz. Alelade bir adamın elinde o çalgı nesnesiyle siz karanlıkta uyurken bir heyula gibi ruhunuzu nasıl da avucunuza alıp curcunasıyla tedirgin ettiğini düşünerek şaşarsınız.  Velvelesi bitmiş olsa da o vakitler, ruhunuzun bir köşesine hafif bir iz bırakmıştır o davul sesi.  Ancak aynı davul bu sefer bir düğünde, şenlikte, törende çalınırken sizi coşturdukça coşturur. Belli aralıklarla tokmak ve çubukla davula vurulurken insanlar da o tempoya kendilerini kaptırır. Sanki o tokmak insanları kendisine bağlamış ve zamanın artık idarecisi olmuştur. Vuruş hızı arttıkça insanların da hızı buna ayak uydurur. Buna uydukça sanki kişi de kendinden geçer ve izleyenler de coştukça coşar. Davul, neşeli ve insanları coşturmaya azmetmiş bir ele teslimdir. İnsana korku veren yahut neşe veren de davul değil, onu tutan eldir.

Anadolu’da köknar, meşe, ceviz gibi ağaçlardan ortalama elli santim çapında ve otuz santim yüksekliğindeki bir kasnakla davul yapılır. Bu kasnağa koyun, dana, kuzu, keçi gibi hayvanların derisi gerilir. Islak bir halde germe çemberlerine takılan bu deriler, kuruduktan sonra kasnağa takılır. Kalın derinin takıldığı yere sağ elle tokmak, ince derinin olduğu yere sol elle ince ve yarım metre uzunluğunda bir çubuk vurularak davul çalınır.

Eski çağlarda Uzakdoğululardan Mısırlılara, Sümerlerden Hunlara pek çok millet davul kullanırdı. Amerika yerlileri dini törenlerinde dans esnasında tempo maksadıyla davul çalardı. Avrupa’da yerleşmesi ise ancak on altıncı asırda Osmanlı aracılığıyla olmuştur. Türkler; Şaman inancına bağlıyken din adamı olan kamlar, kötü ruhları davul çalarak kovardı.  Ayrıca at yarışında, güreşlerde, cirit oyunlarında, düğünlerde davul sürekli olarak kullanılmıştır. Türkler, Müslümanlığı kabul ettikten sonra davul etkisini kaybetse de tuğ ve sancakla beraber devletin egemenlik sembollerinden biri olmayı sürdürmüştür. Mehterin tek yüzü olan büyük davuluna kös ismi veren Osmanlılar, davulu pek çok sahada kullanmıştır. Savaş esnasında askerleri bir arada toplamada, fetih haberinde, halka haber verme zamanında, han ve şehirlerde akşam kapılar kapanırken, yangın görüldüğü vakit farklı ritimlerle çalınan davuldan faydalanılmıştır. Osmanlı döneminde davula tabl ve davul çalana da tabl-zen denilmekte idi. Şair Baki, bir beytinde davul, kös ve nakkareye yer verirken şunları söyler:”Çalındı kûslar tabl u nakkare kıldı âvâze / Düğün bayrâm idi gûyâ guzâta cenk meydânı”

Günümüzde belli notaları ve tonları çıkaran pek çok davulu modern orkestralarda görmekteyiz.  Özellikle yumuşak veya yüksek tonlarda çalması için akort edilebilen timpaniler, beş parça davul ve üç parça zilden oluşan bateri bildiğimiz davul anlayışına farklı boyutlar katmakta.  Genellikle çift olarak kullanılan Afrika kökenli, elle veya parmakla vurulan bongo davulu, silindir biçimindeki büyük ve yine Afrika kökenli konga davulu, çoğunlukla yerliler tarafından haberleşme maksatlı kullanılan tamtam davulu farklı milletlerce kullanılan özgün enstrümanlardır. Neredeyse gök gürültüsü ya da top sesine yakın bir gürültü oluşturmak amaçlı bas davul, askeri bandoların vazgeçilmezidir.

Davul, şimdilerde okulların trampet takımında iki çubukla çalınıp bir zamanlar insanları derinden etkileyen o büyüleyici etkisini kaybetmiş olsa bile hâlâ bazısı için eski hükmünü bir motif olarak da sürdürmektedir. Davul çoluk çocuğun eline düşmeyerek o mahrem ve esrarlı manasını korumaya devam ederek savaşlarda zor anlarda nasıl tüm askeri toplayıp bir hedefe yöneltiyor idiyse yine o havayı estirmeliydi. Davulun çok olduğu ve çok çalındığı yerde artık kulaklar onu duymaz olur. Günümüzde artık davuldan ve davul gürültüsünden sessizliğe, dinginliğe yani huzura kalbimiz ve kulaklarımız hasret. Devrimiz sükunet açlığı yaşıyor. Öyle bas bir davul veya kös hengâmesi lazım ki o açlık bitsin ve sükunet dönemi başlasın.