21 Mayıs 2015 Perşembe

Salih HİLMİ


GÜVERCİN BÜLTENİ

Rüzgar değirmenleri şimdi duracak
Bana gülden şarkılar oku
Lütfen dikensiz olsun
Kurtlar çakallar anlaşsa da aslanlar
Hep sonra kükrer
Kükreyişleri ürkütmeyen aslanlar
Şişirilmiş kedi, uyuşturulmuş bahtsızdır

Köprüler kurulur köprüler yıkılır
Mezarlar doldurulur statlara
Kombine mezarlıklar
Size ilaçlar vereyim gelecek zamanlardan
Çünkü çatısız gönüller çabuk su alır

Bir fincan kahve almaz mısın?
Karıştır ruhunu yavaş yavaş
Sen ne keyif düşkünüsün böyle
Enerji dedin şekere gömüldün
Bana hak ver, beni kahin görme
Seri türküler söyle ey ağıtçı
Dolar düşse altın inse sen yine durma
Hatta oryantal parçalara da geç

Kılıçsız, kansız rüyalar hakiki midir?
Beethoven, İzmir'de doğsaydı
Sen böyle piyano çalar mıydın?
Hekimler ormanlara uğrasın
Hasta ağaçlara deva bulsun
Güvercinler sunsun haber bültenlerini
Çünkü onların ata mesleğidir habercilik
Hayat bir yarışma kaybetmeye odaklı
Kazanma riski de olan

Klinik kabuslar incelensin uzmanlarca
İncelenmeyen her kabus
Belki de büyük krizlerin taslağı
Abajurları açın abajurları
Uyanın, koçlar kurban değilse çiftlik yanar
Saatli guguk kuşu yuvadan çıkmaya mahkum

El öpenlerin çok olsun çizmeli kedi
Bana Pinokyo'nun yalanlarını anlat
Şeker vereyim sana bayramdır
Hani yeni elbiselerin
Eh fakirlik ayıp değil
Yalancılık ayıp ama fakirlik zor

Birlik kuralım en tez sarmaşıklardan
Kalender bir demlik getir
Çayı koyu olsun
İçine vatan hasreti gibi dolsun
Koltuklara günahsız oturanlar
Günahtan dağları sırtlanıp kalkar

Eskiden oyunlar sadece çocuklarındı
Şimdi devir değişti
Çocuklar çalışır büyükler oynar, eğlenir
Televizyon mikseri kafamı karıştırır
Diş dolgun mu kırıldı,üzülme
Kırılmayan yerin mi kalmıştı
Kalbin, zihnin, ruhun hep kırılmıştı
Çağ her şeyi kırıyor, kıtlık zamanı
Kavun gibi karpuz gibi çağ
Dışı başka içi başka
Dışı yeşil içi kırmızı
Dışı turuncu içi beyaz
Dilim dilim ülkeler
Dilim dilim fikirler
Dilim dilim mideler

Yalancı plastik menekşeler getir bana
Yalanı sevdik zahmetsiz yalanı
Paltonu ört eski ahşap evlere
Ancak palton korur onları bu soğuktan
Ozanlar niçin aya götürülmez?
Ne vakit bir şairi uzayda göreceğiz?
Uzay ne ilham eder şaire?
Yoksa şair, yalanın örtüsünü mü indirecek?

Gezginler ekmek yerken kilo düşünmez
Alınyazılarında şişmanlık yok
Gözlüğü kır at her şeyi büyük gösteriyor
Bana küçük mevsimler lazım
Hacivat okyanus yolculuğu yapsa
Karagöz'e sabreder miydi?
Şemsiyesini açar mı güvertede?
Tepeler yüksek gözükse de korkma
Çünkü dağlar daha yüksektir ve sıra sıradır



Metehan FİDAN



DURDUM ÜSTÜNE

Yedi kilit vursa gözlerin asra,
Vazgeçmem dedi gönül, dur deme asla,
Firtinada duru su, yeryüzünde azra,
Ömürluk vefa dedim, durdum üstüne

İçi taze kavrulmuş, gözleri hamra,
İnciten pek nasipsizmiş, öyle bir kayra,
Eli ayağı öpülesi, tek çıkışı hayra,
Gül kokulu yazma dedim, durdum üstüne.

Olmadım mı senin için iki köyün imamı,
Kalp sorgusu vaazında tutulurdu imanı,
Öğleden ikindiye vuslatımın ilanı,
Beş vakit namaz dedim, durdum üstüne.

Harama uzanan nefisim özünde harlı,
Ecel vakti uçurumda eli yüzü kanlı,
Vermeden son nefesi, sen gönlümun ahı,
Toprağıma çiçek der durdum üstüne...

Yunus BAYRAK


MENDİL ÜSTÜNE

Dünyada başka bir millet var mıdır ki tek kelimeye hayat yüklesin? Nice kelimelere kendi cüssesinden büyük anlamlar versin? Bir insanda bulamadığı dost sıcaklığını bir bez parçasında bulsun? Cüssesinden büyük birçok kelime gibi mendilin de bizdeki yeri yadsınamaz. Bizde bir çanta, bir kravat, bir yüzüğün değeri kendi hammaddesinden ziyade nereden geldiği ile ilgilidir. Paha biçilmez kıymetler veririz ve hayatımızdan bir parçada onlara ayırırız. Değerli olan unun maddi kıymeti değil veren kişinin bizdeki yeridir. Değer verdiğimiz eşyalar içinde en önemlilerinden biri de belki de mendillerimizdir. Buram buram hasret kokan, inci misali yaşları bağrında saklayan, bazen gül bazen de lavanta kokan. Kimi ipekten ucu iğne oyalı, kimi ucu yanık kara sevdalı…
Kimisi de tarlada çalışanının terini saklayan toprak kokulu. İncedir, naiftir, zarafetin kendisidir, temizlik, tertip düzendir mendil. Hayatımızın her safhasında bir yeri vardır. Çocukken oynadığımız birkaç oyun mendil üstünedir mesela. Mendil kapmaca, kör ebe oynarken gözlere mendil bağlama, koşu yarışmalarında oyunun başlaması ve bitmesi gibi pek çok oyunumuzda dolaylı olarak da olsa yer almıştır.
Yine dini bayramda büyüklerin ellerini öpme karşılığında çocuklara ikram edilen şeker, fındık, fıstık gibi yemişler veya harçlık olarak verilecek para nezaketen mendil içinde verilirdi önceleri.  İçindeki şekerler yenir tadı geçer, bozuk paralar harcanır vakit geçerdi; ama mendili veren kişiye olan sevgimiz ve saygımız daha bir sağlamlaşırdı. Günlük hayatımızda vazgeçilmez aksesuarlarımızın başında gelen mendil okula giderken okul formasının cebine koyulduğunda siyah önlük üstündeki yakalıkla beraber bir uyum sergilerdi. Aslında görüntüden ziyade temizliğin de bir simgesi idi. Yüzümüzdeki teri, nezleden akan burnumuzu silmeye yarayan mendil yüzümüzü yıkadığımızda kurulamamıza da yardımcı olurdu. Takım elbise giydiysek ceketimizin cebine koyardık yarısı görünecek şekilde. Kravatımız veya gömleğimiz ile uyum sağlamasının yanında dikkat çekecek bir yanı da vardı. İlk defa karşılaşacağımız veya tanışacağımız kişiler bizi ya yakamıza taktığımız bir gül ile ya da ceketimizin cebindeki mendil ile tanırdı.
Mahçubiyet ve utanma duygusu ile donatılmış ecdadımız için mendil bir iletişim aracı olmuş. Gönlünü kimi zaman ucu yanık bir mendil ile açmış, karşılığı varsa da kenarları işlenmiş bir başka mendil ile görmüştür. Aynı mendili kına gecesi kınayı eline tutturmak için sarmış, bir ayrılık görünüyorsa da aynı mendili elimizin içinde sımsıkı tutarak eskitmiştir. Bir yandan “Mendilimin yeşili / Ben kaybettim eşimi / Al bu mendil sen de kalsın/ Sil gözünün yaşını” türküsünü gurbete, cepheye, uzak diyarlara seyahate gidenlerin ardından söyleyip bir yandan da en kasvetli, en buhranlı, en hicranlı olduğumuz anlarda kokusuyla teselli olmuştur. Bez mendile olan ilgi eskisi gibi olmasa da evdeki sandıklar bir bir karıştırılsa mutlaka bir mendil çıkacaktır. Ya ucu yanık rengi krem sarısı olmuş, ya yıllarca beklemekten renkleri solmuş ya da göz nuru dökülerek işlenen oyaları buruşmuş… Hepsinin de bir hikâyesi vardır varsan baksan. Birçoğu birilerinin aman beni unutmasın diye verdiği bağlılık, hatırlama maksadıyla verilmiş sevgi ve umut dolu mendillerdir.
Annesinden evladına gurbet ellere giderken verdiği de vardır, askere giderken ya dönemezsem deyip de yar eline iletilen de vardır içinde. Böyle kullanışlı ve mana yüklü mendillerin mazide kaldığı günümüzde tek kullanımlık, işimiz bitince buruşturup atıverdiğimiz kâğıt mendiller; içindeki duygu ve sevgiyi koklayıp inceden inceye gözyaşı döküp ıslattığımız değil de ıslak mendiller var. Ya o kadar duygusuz, duygularımızı saklayacak bir mendil bulamıyoruz ya da o kadar cömertiz ki bizde kalması gerekenlerin hepsini herkese anlatıyoruz.







Abdülmecid ORHAN



MERDİVEN BASAMAKLARI

Yukarı çıkmak veya aşağı inmek için basamaklı bir yol aracı olan merdiven, iki katı birbirine bağlarken yatay, dikey ya da dairesel şekillerden meydana gelmektedir. Sabit bir yerde inşa edilip kişiyi bir yükseltiye veya aşağıya ulaştırmaya yarayan adımlı adımlı gidilen yoldur. İngilizcede steps, stairs sözcükleri basamaklı merdiveni ifade ederken seyyar olanı ladder sözcüğüyle karşılanır.

Farsçadan alınan merdiven zamanla dönüşüme uğramıştır. Türkçenin Sırları kitabında Nihat Sami, merdivenin tarihçesini anlatırken neverd-i bâm sözcüğünün tavana yükselen kıvrım, basamaklı yol olduğunu belirterek zamanla nerdbân’a sonraları Türk söyleyişi ile nerdüban’a dönüştüğünü kayda geçirir. Yunus Emre “Meskenetten buldular kimde erlik var ise / Nerdübândan iterler yüksekten bakar ise“ mısraları ile merdiveni eski haliyle dizelerinde kullanırken iki  asır sonra da Necati Bey “Evvel kademde başını ver yâra ey gönül / Kim nerdübân-ı ışka çıkılmaz ayak ayak” diyerek sözcüğü eski biçimiyle kullanmaya  devam etmiştir. Türkçe ırmağında yolculuğunu sürdüren sözcük, asırlar sonra merdüvan, merdüven nihayetinde merdiven şeklini almıştır.

Yapılış itibarıyla ahşap, mermer, taş, metal, ip gibi farklı malzemelerle hayatımızda yer alırken seyyar, katlanabilir merdivenler de hayatın farklı köşelerinde karşımıza çıkmaktadır. Merdivende yürümek, normal yolda yürümekten daha çok enerji kaybına uğratır. Basamakların yüksekliği ve her basamağın derinliği belli oranlar gözetilerek yapılmalı ki inip çıkarken basamaklar ayaklarınızın altında kendilerini belli etmesin. Ayaklarınız belli bir ritmi yakalayıp sizi istenilen noktaya ulaştırsın. Eğer ölçüsüz yapılmışsa ve bazı basamaklarda kişi tökezliyorsa o merdivenin veya basamaklarının elden geçirilmesi şarttır.

Nathan Ames 1859’da yürüyen merdivenin patentini alınca merdivenin sessizliğini, donukluğunu ortadan kaldırarak ona bir hareket kazandırır. Merdivende yürümekten hazzetmeyen insan bu makineyi severek tüm dünyaya yaymıştır. İnsanoğlu yürüyen merdivene kendini taşıtıp arabaya binmiş yolcu edasıyla kımıldamadan beklerken aslında bir fabrikada seri üretim bandındaki nesnelere benzemeye başladığını düşünememiştir. Merdiven yukarı çıkarken veya aşağı inerken hareketsizce durup kısa yolculuğun tadını basamaklarda çıkarmaya çalışanlar, arkadan gelip de acelesi olanların yolunu kapattıkça insanlık yeni bir bencillikle daha tanışmaya başlamıştır.  Yürüyen merdivenin başka bir türevi kayan rampalar veya bantlar, insanları tuhaf bir nesneye çevirme işlevini sürdürmeye devam etmektedir. Makineyi üreten insan, zamanla makine tarafından ruhu olan bir başka makineye dönüşüme uğramıştır sanki.
Ahmet Haşim, merdivenin makineleşmediği eski İstanbul’da onu sonsuzluğa kapı aralayan bir imge olarak anlatır. Merdiven şiirini okurken ışıltılı mısralar parlayıverir ruhunuzun göklerinde: “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak / Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak / Sular sarardı… Yüzün perde perde solmakta…” Nedir buradaki merdiven? Hayat mı, Allah’a yaklaşma mı, ulaşılmak istenen yüce bir mefkure veya hayal mi? Şiirin tamamı okunduğunda Cahit Sıtkı’daki ölüm duygusu da aklınıza geliverir, ancak Tarancı’nın bembeyaz kış tabloları ruhunuzu yoklayıp geçse de anlık bir ürkütücü flashbacktir bu. Haşim ruhumuza bir sonbahar tablosu çizerek bizi derin korku hisleriyle baş başa bırakmaz, kalbimize bir şeyler fısıldar. Tarancı korkuya sürüklerken Haşim daha mütevekkil bir keyfiyettedir.

Merdiven denilince illa ki basamakla çıkılacak yine basamakla inilecek diye düşünmeyebiliriz. Bir uçak veya uzay aracı da olabilir, inerken bir paraşüt veya planör de akla gelebilir. Çıkış zordur merdivende, ancak aşağı doğru inmek çok süratli olacaktır. Uçakla, balonla, paraşütle göğe çıkmak hiç de basit değilken inmek kolay ancak tehlikelidir. Felix Baumgartner 2012’de 2 saat 30 dakikada helyum balonuyla özel bir kapsül sayesinde stratosferin sınırına varıp dünyaya 39 bin metrelik mesafedeyken paraşütle bir atlayış gerçekleştirerek üç dünya rekoru kırar. Baumgartner 3,5 dakikada New Mexico çölüne inmeyi başardığında dünyanın yedi atmosfer basamağından ikisini troposfer merhalesini geçerek stratosfer basamağına ulaşıp buradan atlayınca sema merdiveninden düşüşün çok hızlı olabileceğini milyonlarca insana canlı yayında göstermiştir.
Arapçada merdiveni anlatan sözcüklerden biri de çıkmak, yükselmek anlamında olan uruc kelimesidir; türetme neticesinde mi’râc sözcüğü meydana gelerek yükseğe çıkma manasında kullanılmıştır. Mirâc ayrıca dinimizde Peygamberimiz Hz. Muhammed’in(sav) Mescid-i Haram’dan Burak aracılığıyla Kudüs’e oradan da göğe yolculuğuna da denilir. Bu yolculukta yedi kat gök katmanının her birinde yedi peygamberin karşılaması, Cebrail’in (as) Sidret’ül Münteha’dan öteye geçemeyip Efendimiz’in (asm) yalnız olarak Allahü Teala ile görüşmesi, cennet ve cehennemi görmesi nakledilir. İsra Suresi’nde “Ayetlerimizden bir kısmını göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah’ın şanı ne yücedir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir.” ayetlerinde bu mucizevi yükselişe, manevi bir merdivenle yukarı çıkmaya işaret edilmektedir.

İnsanı ürküten yüksek merdivenlerden biri Hawai’nin Oahu adasındaki 4 bin basamaktan oluşan Haiku Stairs’tir. Normal şartlarda Haiku Stairs yedi sekiz saatlik bir yolculuğu kapsar. Yağmurlu, sisli ve karanlık bir akşam vakti bu merdivenlerde, çılgınlara has bir biçimde tersten yürümek hayata dair bazı ipuçlarını insana verebilir. Zihninizde bir hayal kapısı açıp düşünürken ileriyi göremeyip sadece geçtiğiniz yola baktığınızı tasavvur edin.  Elinizde kibrit, mum, meşale, fener veya projektör olduğunu var sayın. Karanlıktasınız ve yağmur elinizdeki aydınlatma nesnesini söndürmeye çalışırken geri geri yürüyerek ilerliyorsunuz. Zihin veya kalp dünyanızın ufkuna göre geride kalan mesafeleri farklı araçlarla aydınlatma çabasındayken üç adım sonra basamakların sizi aşağı mı yukarı mı götüreceğini kestiremiyorsunuz. Bir elinizle korkuluğu tutup diğer elinizle aydınlatma aracınızı kavramaya çabalarken belki de yağmura karşı şemsiyenizi de bırakmak istemiyorsunuz. Ancak bir kişinin yürüyebildiği merdivenleri korku ve heyecanla aşarken kalbiniz güm güm atmaktadır. Göremiyorsunuz ardınızı. Sizi ne bekliyor? Yolun durumuna göre tahminlerde bulunup kimi zaman uçurum kenarında, kimi zaman ağaçlık alanlarda, belki enfes bir manzarayı izleyerek yürüyüşünüzü sürdürüyorsunuz ve merdivenler bitmiyor sanki. Bazen hayat işte bu tehlikeli, şaşırtıcı, renkli merdiven yürüyüşüne benzemekte. Ardınızda sizi ne bekliyor? Ayrıca bu yolculuğu sadece bir kez yapma şansı var ve her kim olursanız olun bir çukura yahut zirveye ulaşıp yolculuğunuzu nihayete erdireceksiniz.

Merdivenle nereye ulaşma çabasındasınız, onu hangi noktaya dayadınız; bu iki sorunun cevabını rahat verilebildiğinizde merdiven daha değerli bir anlam kazanabilecektir.

M. Serhat YAZICI



İKİ KALBİN ORTASI

Sanki şimşek çakıyor kalbimin içinde
Sönük alevler başlıyor yanmaya seni görünce
Yıldırım düşüyor kalbimin ortasına sessizce
Korkuyorum kalp atışlarımdan sen gelmeyince 

İbrahim KAYA

       
GÖÇMÜŞ HUZURUN GÖLGESİ

Kar yeni başlamıştı. Narin bir gelin misali süzüle süzüle penceresinin önündeki pervaza konuyordu. Sobanın çıtırdayan sesiyle söğüt ağacına yumuşak inişler yapan kar tanelerini izliyordu. ’Bu kalabalıkta ne kadar da yalnızlar tıpkı benim gibi’ diyerek derin bir ah çekti. Uykusunun etkisi geçince kütürdeyen belini iyice gererek esnedi, odasını ve yatağını toparlamaya başladı. Titreyen elleri, bükülmüş beli işini biraz zorlaştırıyordu.  Gümbür gümbür yanan sobanın üzerindeki demlik isyankâr bir hışırtıyla O'na ben artık hazırım dercesine sesler çıkarıyordu. Ortalığı toparladıktan sonra pencerenin önüne geçti. Çayını sehpanın üzerine bıraktıktan sonra pencereden çocukluğundan beri her daim O'nunla beraber olan söğüt  ağacına baktı. Soğuk ve karlı bir havada içini ısıtırcasına kendisine uzaktan selam veriyordu. Gözlerinin dolduğunu hisseti ve kitaplığına giderek bir kitap aldı. Okuduğu satırlarda kayboluyordu. Gözyaşları daha fazla dayanamayarak kendilerini kitabın sinesine bıraktılar. Okuduğu satırı sürekli tekrarlıyordu “Her geçen zaman benden biraz daha beni alarak sana doğru koşuyor”. Bu sözlerin büyüsü altında presleniyor gibi ezildiğini hissetti. Yalnızlığın kuşatan kollarına bıraktı kendini. Yalnızlık, mutlulukları hüzne boyayan kapkara bir kelime. Kocaman dünyada küçücük bir dünyaya takılıp kalmış bir hayat. Yalnızlığını paylaşacak kimsesi yoktu. Her saniyenin kendisini tek tesellisi olan ‘ölüme’ yani Neriman’a yaklaştırdığını bilmesi O’na umut veriyordu. Yaşlı yüreği bu ayrılığa dayanacak gücünü yitiriyordu her geçen gün. Neriman’sız hayatı kitaplarından, sobasından, çayından, söğüt ağacından ibaretti. Puslu bir odanın içerisinde ayrılık acısının hicranını yaşamaya devam ediyordu bu dostlarıyla beraber. Pencerenin ardından yaşıyordu dış dünyayı. Her gün dertleştiği ve içini döktüğü dostu ’söğüt ağacı’ olmasaydı çoktan ayrılmıştı şu hayattan. Oturduğu yerden kalktı komodinin üzerindeki fotoğrafa uzunca baktıktan sonra eline alıp öperek yerine bıraktı. Fotoğrafı okşayarak “Bak söğüt ağacımız yine çıplak vücudunu karlarla örtmeye başladı” dedikten sonra yeniden ağlamaya başladı. İçinin ferahlaması için tekrar pencerenin önüne geçti. Bakkalın çırağı yine oradan oraya koşturuyordu. Kediler karın getirdiği heyecanla hoplayıp zıplıyor, kuşlar elektrik tellerinden medet bulamayınca çam ağaçlarının dallarına, çatılara sığınıyorlardı. Düşen kar taneleri onu, sanki Neriman’a bir adım daha yaklaştırıyordu. Çayından bir yudum aldıktan sonra yan komşunun çocuğunun gelmesini bekledi. Dertleşecek bir dosttu belki onun için. Yaşı küçüktü, ama olsun. Bir keresinde “Dede sen hiç Neriman Teyze’ye şiir yazdın mı?” diye sormuştu devamlı elinde şiir kitapları gördüğünden. Bu sorusunun karşılığı olarak “Evet” yazdım, “Ne zaman seni görmek istesem dönüp aynalara bakıyorum” diyerek gülümsemiş ve “Ona ilk yazdığım şiir bu” demişti.
                                                                             *****
Soba iyice harlanmıştı. İçerisi de bayağı ısınmıştı. Kartopu oynayan çocukların neşesine ortak olmaya çalışıyordu penceresinin ardından. Onu uzaktan izleyen fotoğrafa bakarak “Yeni güne eski günün göçü başladı sultanım şairin dediği gibi, gece yerini gündüze gündüz ise geceye bırakıyor. Zaman çok hızlı geçiyor ama sen yine yoksun ben yine sana gelemiyorum” diyerek gözlerini sildi. Sobanın üzerinde acılar içinde kıvranıp çığlıklar atan demliği indirmesi gerektiğini anladı. Bir ara odayı süzdü demlik için uygun bir yer aradı. Karyolanın hemen yanındaki komodinin biraz solunda kalan sobanın gerisindeki kapının tam karşısındaki pencerenin hemen üstünde demliğe uygun bir yer olduğunu gördü. Demliği oraya bıraktıktan sonra akşam olmadan kararmış odada volta atmaya başladı. Koskoca bir ömür nasıl geçmişti, neler yaşamıştı, küçük bir iç muhakeme yapmaya başladı. Ruhunun daraldığını fark edince biraz dışarı çıkmaya karar verdi. Söğüt ağacının yanına doğru ilerlerken her adımda ayaklarının altında yığılan karın hart hurt seslerini duyuyordu. Ağacın yanına geldiğinde kollarını açıp ona sıkıca sarıldı. Dakikalarca öylece bekledi. Hiç ses çıkarmadan içini döküyordu sanki. Üşüdüğünü hissedince dostuna veda etmesi gerektiğini düşünerek onu son kez sıkıca sardı. Eve doğru yaşlı adımlarla hızlıca yürüyordu. Odaya girer girmez hemen sobanın kenarına geçip ısındıktan sonra tekrar pencerenin önüne geçti. Saatlerce yağan karı seyretti. Hava kararmaya başlamıştı. Komşunun çocuğu gelmemişti. İşi çıkmıştır ya da hava soğuk diye çıkarmamıştır annesi diye düşündü. Sehpanın üzerindeki kitabı tekrar eline aldı. Tam o esnada Neriman’ın fotoğrafıyla göz göze geldi. Kitabı sol eline aldı ve Neriman’a doğru yürüdü. Yaşlılığın vermiş olduğu takatsizlikle ayaklarını tam yerden kaldıramayıp sürterek yürüyordu. Ayağı halının kenarına takıldı ve yürüyüşüne tezat bir hızda yere düştü. Kafası komodinin kenarına çarptı. Kitap elinden fırladı. Neriman’ın fotoğrafı çarpmanın etkisiyle yere düştü. Düşen fotoğrafı eline alarak göğsüne yasladı. Ertesi sabah kapının tokmağına dokunan Serhat kapının açık olduğunu anladı ve içeri girdi. Odanın tam ortasında Necdet ve Neriman’ın uzun süren ayrılıklarının vuslata erdiğini gördü. Başucundaki kitap ise onların mutluluklarını dile getirircesine şu mısraları haykırıyordu Asaf’ın dilinden:
“Artık beni kimse yalnız bırakamaz.”

Muharrem ÇELİK


ORGANİK AHLAK (KINALIZADE’DEN İLHAMLA)

-Osmanlıdan Günümüze Kişisel Gelişim-1

Para kazanma yolu dörttür:
1.Ticaret
2.Sanat
3.Ziraat
4.Maaş

Fesadın az, âlimlerin çok olduğu zamanda ticaretle uğraşmak daha faziletlidir.

Bozuk akdin (yalanın ve hilenin MÇ.) çok olduğu zamanlarda mala şüphe geldiği için ziraatla uğraşmak daha faziletlidir. (Şimdi hilenin en büyüğü tarımda dönüyor: GDO’lu, hormonlu ürünler… MÇ.)

Hükümdarların ticaretle uğraşmaları hoş değildir. Bu durum hükümdarlara yakışmayan aşağılık bir iştir.
Osmanlı toplumunda ticarete bakış o kadar olumsuz bir hal almıştı ki, Osmanlının daha sonraki dönemlerinde ticaret ve sanat sanatla meşgul olanların hor görülüp küçümsendiğini ve ticarete atılan gençlerin makam ve mevki sahiplerinin kızlarıyla evlenemediklerini öğreniyoruz.

Mal kazanırken üç şart gereklidir:
1.Zulüm ve haksızlıktan kaçınmaktır. Oyun ve hile ile başkalarından mal kazanmak gibi.
2.Ar, ayıp ve uygun olmayan yollardan kaçınmaktır. Maskaralıkla mal kazanmak gibi.
3.Alçaklık ve zilletten sakınmaktır. Bahane ile ayartmakla kazanmak gibi.

Bir sanata girince o sanatta kimsenin kendisinden üstün olmayacağı şekilde yetenekli ve hünerli olması gerekir. (Ülkemizde maalesef diploması olan ama sanatı olmayan insanlarla dolu. Eğitim ve öğretimdeki hedef sanatı öğretmek olmalıdır. MÇ.)

Sadece mal kazanıp kendisiyle ailesinin geçinmesiyle yetinmeyip sanatını iyi sağlam öğrenmelidir.
O sanatı satın alan kimse tam olarak hoşnut olmalıdır. Sanatını satan kimse hile ve aldatmadan kaçınması gerekir.
Müşterinin hayır duası ahirette kurtuluşa ve rızkın bereketine sebep olur. Müşterinin bedduası ahirette ceza ve bereketin kaybolmasına nedendir.
Kuyumculuk ve nakkaşlık gibi dünya ziyneti ile ilgili sanatlarda usta olmak için uzun zaman geçmesi gerekir. Bu nedenle bu meslekler vakit kaybına neden olur. Bunu telafi etmek için usta olduktan sonra kalan ömrü ibadetle geçirmek veya kazanılanı sadaka vermek daha faziletlidir.
İnsanın dünyada bol rızık kazanması rağbet edilen bir şeydir. Bunun en güzel yolu da sanat yoluyla kazanmaktır.
Sanat helal kazanca, iffetli bir yüze ve bedene sebep ve aracı olur.İnsanın eliyle kazandığı (el sanatı) sayesinde hırsızların, zalimlerin ve ona yardım edenlerin huyu olan büyüklenmekten sıyrılır. Dilencilik gibi bir rezillikten ve arsızlıktan kurtulur. (Bazı ülkelerde eğitim işte bunun tam tersi. Sanki devletin kapısında, bir zenginin kapısında dilenmek için programlanan nesiller yetiştirilmekte. MÇ.)

Gasp, zülüm, insanı azarlamakla elde edilen mal görünüşte çok olsa bile gerçekte bereketsiz ve azdır. Zulüm ve dilencilik yapmadan kazanılan mal görünüşte az olsa bile gerçekte bereketli ve kıymetlidir.

Sanatın ve el işçiliğinin ziraatla beraber revaçta olması ticaret gibi vurgun, talan ve batıp gitme tehlikesi yoktur. Kararlı ve sabır isteyen bir kazanç yoludur.

Ahmet DENİZ




İSTANBUL

Yirmi milyon nüfusu, Kız Kulesi, sarayları, müzeleri, kalabalık trafiği ve güzel caddeleriyle akıllara kazınan tarihi şehir... İstanbul deyince iki kere düşünmek gerekir. Neden mi? Çünkü bu şehir başka şehirlere benzemez, insanı vezir de eder rezil de... İki kere düşünmek gerekir dedik, ilk düşünceniz burada bulunma amacınız olmalı. Ben neden buraya geldim? Bu sorunun cevabı öğrencilik için ise çok şanslısınız, çünkü her ne kadar yaşanmaz şehir diye düşünen insanlar çoğunlukta olsa da İstanbul’da öğrenci iseniz bu insanların düşünceleri sizler için geçerli değil, hele ki İstanbul’a ilk gelişiniz ise bu düşünceyi duymazdan gelip İstanbul’un keyfini çıkartın. Etrafınızda İstanbul'un yerlilerinden arkadaşlarınız olacaktır illa ki, bu arkadaşların sizlere rehberlik etmesine müsaade edin ve İstanbul'u gezmeye başlayın. Başlarda insan seli sizi sürükleyip götürebilir ve keşke gelmeseydim şu şehre diyebilirsiniz ama asla pes etmeyin ve gezmeye, yeni yerler keşfetmeye devam edin. Yeni yerler gördükçe anlayacaksınız bu şehrin yüceliğini. “Buraya neden geldim?” demişseniz içinizden ve bu soruya “İstanbul'da yaşamak için” cevabını verdiyseniz… İşiniz çok zor, evet bu şehirde birçok gezilmesi gereken yer var, birçok tarihi mekan, camii, kilise var. Tüm bunlar İstanbul kalabalığına değer diyorsanız durmayın gelin İstanbul’a. Y ok bu kalabalık beni aşar, ben bu yoğunluğa, bu trafiğe dayanamam diyorsanız bu şehrin kapıları herkese açık, gelin gezin ve memleketinize dönün. İki kere düşünün derim. İlk olarak burada bulunma amacınızı düşünü. Gelelim diğer düşünceye. Bu şehir söylenenler kadar tekinsiz mi? Evet bana göre tekinsiz. Özellikle toplu taşıma araçlarında bulunuyorsak iki kat dikkatli olmalıyız. Birebir şahit olmasam da birçok olaya şahit olan arkadaşlarım var. Tabi yirmi milyon insanın içinde her türlü insan bulunuyor bundan dolayı elimiz cebimizde gezmeliyiz bu güzel ama bir o kadar da tehlikeli şehirde. Evet İstanbul böyle bir yer, ne diyordu Erol Güngör:” Hârikasın İstanbul, sende ümit tükenmez / En yoksul insan bile, sana asla gücenmez / Senin eşsiz değerin, tekrar tekrar denenmez / Hangi tepeden baksak, seni görmek ne güzel.” Herkesin, ömründe bir defa da olsa bu muhteşem şehri görmesi gerekir…


Yunus TUĞRUL





DÜŞÜNCE DENİZİ

Hava çok soğuktu. Düşüncelerle kendini ısıtmaya çalışıyordu. Gerçekten mümkün olsaydı ısınmak, herhalde vücudunu yakabilirdi. Kafasında oluşan ve birbiri ardınca sıralandıkça büyüyen ve büyüdükçe çözümsüzleşen sorular dış yüzünü bırakıp içini kemirmişti. Bu düşünce bombardımanın arasında üşüdüğünü hissetti. Çünkü o bir insandı veya öyle olduğunu mu zannediyordu? Kafasına yüklenen ağır betonlar, sütunlarını çökertmiş ve binası temelden sallanıyordu. Çok fazla düşünüyordu. Hatta bazen sadece düşünce âleminde kalabilmek için yatağından çıkmıyordu. Kendini dört duvar arasına sıkışmış hissediyordu. Ama bu dört duvarın da üzerine doğru geldiğini sonradan anlayabilmişti. Sevdiği insanlara yardımcı olabilmek istiyordu. Ancak yapamıyordu. Elinde kağıt kalem olsa belki bir kalem, mazeret yazabilirdi neden yapamadığı adına. Ancak hepsini kalemini bitirmeden geri silecekti mazeret olu kalemiyle. Çözüm neydi bilmiyordu ancak her şey sorundu onun için. Dönen dünyada duran bir adam onun için bir sorundu. Dönen dünyada duranların aksine dönenler ise onun rahatlamasını sağlıyordu. Bu dönenler olmasa herhalde çoktan düşüncelerini darağacında sallandırmıştı. Bazen böyle olduğu için minnettar kalıyordu Yaratıcı’ya. Ancak düşünce denizinde çırpınırken neden ben dediği oluyordu. Düşünce denizindeki sularla birlikte hareket eden seremonik isyanını, denizin ortasındaki seremoniye inat bir şekilde duran tahta parçasıyla dağıtıyordu. Bu düşünceleri aklına getiren benlik duygusu yırtıp atıyordu. Biriyle konuştuktan sonra kaybolan kayıp düşüncelerinin yerini dolduramıyordu. Esen rüzgârın ne getireceği belli olmuyordu ve onun rüzgarı gül getirmiyordu. Düşünce denizinde çırpınırken yürüdüğü karmaşık yolda ona eşlik edenleri çok seviyordu. Herhalde o tahta parçasının sebebi onlardı. Galiba herhaldesi fazlaydı. Ne zaman düşünce karmaşasına dalsa kendini denizde gibi hissediyordu. Nedenini bilmiyordu galiba öğrenemeyecekti de. Aslında bu düşünce karmaşasının çözümünü görebiliyordu, fakat gemiye binmeden buzdağı korkusu kaplıyordu içini. Hareketsiz ve sürekli limanda bekliyordu. Hava çok soğuktu.

Ali KARTAL



ANLARSIN BİTER

Güneşin buruk tebessümle doğduğunu
Şafak berraklığının kalbe dolduğunu

Sıcağın senden seni arındırdığını
Gölgelerin gurbet gurbet uzadığını

Akşam aydınlığının an an solduğunu
Gecenin kara kara hasret koktuğunu

Anlarsın sessiz kalbinde bir tutam hüzün
Dert güler, dert ağlar benden aydınlık yüzün

Umuda doğar, yarınlara uyanır gün
Kıvılcımsa gönül, biter hasret bu sürgün