27 Ağustos 2015 Perşembe

Ali KARTAL


DÜN/BUGÜN

Dün

Ah, kalbimin bu derin kasveti
Parçalıyor gönlümü her daim

Bugün

Kalbim, ruhum dolu huzur, şükrediyorum
Yudumlamıyorum artık, çirkinliğini hayatın
Söz dinliyor nefsim belki de bir anlık
Bilmiyorum yarınım dünüm mü olacak

Genişliyor huzurum, gönlüm masmavi umut
Bakıyor yarınlara kalbim gibi gözüm aydınlık
Bir selam iklimi yaşıyorum, kelimeler yetersiz
Her daim ümit aşılıyor şimdi kalp bahçıvanım

Ümit tomurcukları çıkar baharda
Hazan vurmasa, rüzgâr savurmasa
İyilik çiçeğim bu mevsim meyveye dursa
Biliyorum, kalbim
Cennetini yaşar, dönmez bir daha

Salih HİLMİ


VANDAL HARAMİ

Kuşatıldı kalpler ve oynandı içgüdü ayarıyla.
Sanki radyoaktif serpinti kaplamış ruhları.
Gergin dil kamçıları, beyinleri zindana sürükler.
Hayal güneşleri söner mi hakiki yüreklerin?
Bir yanım, cehennem ateşi.
Bir yanım, zemheri soğuğu.

Yemlenmiş dil ve kalem büyücüleri,
Her saat iftira tezgahı açar ekran p-arsasında.
Cüceler dev giysileri provasında, ah ne komik!
İçinde pirana besleyen harami,
Ekmek atma doyuramazsın hayvancıklarını.
Et mi lazım, hem de kanlı et  zavallı piranacıklarına!
Nasıl bir derdin peşindesin, çirkef sesli şef?

Haritalar, zalim zombilerin asayişine terk.
Firari masumlar, ömür peşinde erir.
Fiziki haritalar çizen palyaço, kirpi paltosu giyer.
Batırır dikenini, diktatör balonlarına.
Şefin soyut hesapları, çekirge sürüsüne çağrıda.
Son çekirge istilası sarhoşları, hala uyanamıyor.
Bir yangın çıktı çıkacak, cayır cayır.
Harami çekirgeler, unutmayın siren çaldı çalacak!

Metehan FİDAN



ŞEHİDİM

Sana Gabar dağından hazan getirdim,
Getirdim de umudumu yitirdim,
Ben oğlunun kan verdiği ketirdim,
Bembayazdın,al büründün şehidim..

Komutanın dil açmaya mükedder,
Toprak daha yakın,ölüm mukadder,
Sen kınalı,gül kokulu muzaffer,
Kırdılar mı,kıydılar mı şehidim..

İsterdik ki bu vatanı hep cennet,
Ve cenneti koklamaya mücennet,
Bilmezdik ki ne intizar ne cinnet,
Kor günleri gösterdiler şehidim..

Korksaydık şerefi yolda bulandan,
Yemezdik kurşunu elbet solundan,
Gece gözlüm güneş görmez dağından,
Selam getir,ecel gelme şehidim..

Elbette ki ağır geldi saltanat,
Doymadılar izletmeye seranat,
Muhalifin,iktidarın ne rahat,
Kadir kıymet bilmediler şehidim..

Ben milletin tek sözüyüm diyenler,
Ne yiğitler,bozkurtlar,alperenler,
Vicdanını ayaklara serenler,
Rahat rahat uyusun mu şehidim..

Öyle güzel öyle temiz ferruhun,
Kirletenler,günahkarlar güruhun,
Hüdasında taçlanacak o ruhun,
Yaşlanacak firdevsinde şehidim..

Sen cennetin en doyumsuz katında,
Ve ellerin şahadet makamında,
Kaldıysa ki bir günahın hakkımda,
HELAL OLSUN,HELAL OLSUN ŞEHİDİM

OsmanTarık ÇETİNKAYA


  MESAFELER

Aşk çıkmazını kaçırmaktır mesafeler.
Karşılar önüne çıkan her imkansızı.
Değiştirendir insanı işte şu mesafeler,
Bir adam nasıl boğar elleriyle tüm yalnızı ?

Zaman mesafeler yönünde seyirde
Artık gitmek vakti gelmiş şu şehirde.
Bir el ve dağdan önce gitmektir gönülsüzce,
Bir elvedadan önce sevmektir sessizce.

Şarkılar sustukça özlenir nasılsa.
O gün benden kalır mı bu etten bedenden arda ?
Kabullenmek her şeyi bir yerde tamam da
Giden herkeste var bir muamma.

Usulca gezmek yitik saçlarında mesafelerin...
Nasılsa insanın ömrümden araklanır.
Nasılsa bırakır artık kum gibi dolduğun ellerin.
Nasılsa giden yanına kendi hariç her şeyi alır

HELP ME PSYCHOLOGİST


BABASININ OĞLU

Sanırım herkes ailenin, çocuğun gelişimi bakımından ne kadar önemli olduğunu biliyordur. Herkes hemfikir. Peki bizim kültürümüzde kız çocuklarıyla erkek çocukları arasında belli farklılıklar var yetiştirme konusunda. Kız çocukları bu kültürde, bu toplumda maalesef ki sürekli belirli kurallara belirli yaptırımlara maruz kalırken erkek çocukları gayet serbest yetiştiriliyor.

Burada neyden bahsedeceğim? Burada bu toplumda aile yapısının çocukların psikolojisini nasıl değiştirdiği üzerinde duracağım. Erkek çocuklarına özel olan sünnet düğünlerini o kadar büyütüyoruz ki konvoylar, davullar, zurnalar, eline değnek verip başına taç takıp sırtına pelerin geçirmeler gibi hareketlerle o küçücük çocuğa o kadar büyük bir sorumluluk vererek çocukta ben erkeğim her şeyi yaparım, bak benim başımda krallarda ki gibi taç var diyerek kendini çok önemli sanarak her gücü kendinde görerek her davranışı yapabilirim duygusunu kazandırıyoruz ister istemez. Böyle uygulamaların alt yapısında kimse fark edemiyor olsa da bunlar yatar. Neden son zamanlarda tecavüz olayları artıyor, neden karısını-kızını dövme olaylarıyla haberlere taşınan adamları daha fazla görmeye başladık? Bir açıdan dediğim gibi çocuğa daha küçükken verirsen o kadar sorumluluğu, yıllar sonra bir yerden bir patlak vererek her şeyi yaparım diyerek (büyüdüğünde de güçlenecek) tecavüz de edecek, çok rahat karısını kızını da dövecek, başka suçlarda işleyecek. Maalesef ki toplumumuz da ataerkil bir yapı sahip. Erkek evin direğidir, evin gücü erkektir sözlerini herkes duymuştur. Erkeğin üzerine haksız bir sorumluluk yüklüyoruz, baba olduğunda belirli seviyede ailesine sahip çıkamamaya başladığında, ekonomik gücü olmadığı zaman erkek kendine bunu yediremeyerek güç gösterilerinde bulunarak şiddete başvuracak. Çocuğun önünde anne ya da baba, kavga-gürültü, küfür, eşi dövme davranışını göstererek çocuğun bunu örnek almasını ve gelecekte bu davranışları aynı şekilde kendi ailesine yansıtmasının önüne geçilemeyecek.

Düşünün ki küçücük çocuklara tuvalet eğitiminin bile ileride o çocuğun nasıl birisi olabileceği anlaşılabiliyor. Çocuklara, ergenlere aşırı baskı çocuklarda strese neden olabileceği gibi farklı hastalıklara da davetiye çıkartıyor. Bir çocuğa tuvalet eğitiminde çok sert, baskıcı bir tavırla öğretmeyi denerseniz inanın ileride o çocuk tam bir suç makinesine dönüşecektir. Çok serbest bırakılırsa da dağınık vurdumduymaz gibi özelliklere sahip olacaktır. Burada anlatmak istediğim; çocuk eğitiminde en başta ailenin önemi o kadar büyük ki! Ufacık bir ihmal, ufacık bir cahillik çocuğun tüm hayatını mahvedebilir. Bu yüzden anneye babaya ve kardeşlere daha sonra ise topluma çok iş düşüyor.

Yok mu bunun çaresi? Daha çok okuyacak ve bilinçleneceksiniz. Yaşlılar bizim zamanımızda psikolojimi vardı biz kaç çocuk büyüttük dese de, bilimsel olarak kanıtlanmış olan bu bilim dalına az ilgi duymak, nedir ne değildir okuyup bilinçlenmek sizi daha iyi bir aile yapacaktır. Aileyi de geçtim sizi daha iyi bir insan yapacaktır. Okumaktan zarar gelmedi, gelmeyecek. Kendiniz için yapmasanız bile, çocuklarınız için, geleceği emanet edeceğiniz bu çocuklara güzel bir şekilde bilinç kazandırmalısınız, kazandırmalıyız!

Mustafa ÖZTÜRK


EDEBİYAT DÜNYASI

II

Cahit Sıtkı’nın asıl adı Hüseyin Cahit’tir. Sıtkı babasının adıdır. Babası Diyarbakır’ın önde gelen tüccar ve çiftçilerindendir. Soyadı “Tarancı”,  “çiftçi”   anlamına gelir.
Cahit Sıtkı Galatasaray Lisesinde yatılı okumuştur. Lisedeki arkadaşları İstanbul’un büyük konaklarının kızlarından gelen mektupları birbirlerine gösterip hava atmaktadır. Ama Diyarbakır’dan İstanbul’a okumak için gelen Cahit’in böyle bir şansı yoktur. O da çareyi kendine mektup yazmakta bulur. Arkadaşları yattıktan sonra el yazısını değiştirerek kendine bir kızın ağzından aşk mektupları yazar ve Beşiktaş postanesinden okuluna postalar. Gelen mektupları arkadaşlarına göstererek onlara havasını atar.
Cahit Sıtkı Ahmet Haşim’in ruh ikizidir. Kendini aklı başında bir kızın beğenmeyeceğini düşündüğünden hep 15-16 yaşlarındaki lise kızlarına aşık olmuştur. Bu nedenle İstanbul lisesinin çıkış saatlerinde lisenin önünde dolaşır, kız arkadaşı bulmaya çalışırmış.
Babasının isteği üzerine yüksek okul diploması alabilmek için Paris’e gider. Tam o yıllarda II. Dünya Savaşı başlar. Cahit Paris’ten bisikletle 10 günlük bir bisiklet yolculuğuyla kaçar, canını kurtarır.
Cahit Sıtkı, Çalışma Bakanlığı'ndaki görevi sırasında tanıştığı Cavidan Tınaz’la 1951’de evlenir. Eşini çok sever, mutluluğu yakalar bu evlilikte. Artık içmeyi bırakmış, bohem hayattan uzaklaşmıştır. Düşten Güzel adlı şiir kitabını bu dönemde yazar. Ama bu mutluluk 3 yıl sürer. 1954’te felç geçirir. Yürüyemez, konuşamaz. Hafızasını yitirir. İki yıl sonra da ölür.
Ahmet Hamdi genellikle evli kadınlara aşık olurmuş. Hatta birinde yeni evli bir kadına aşık olmuş, aşkından yataklara düşmüş, intiharı bile düşünmüştür. Ünlü romanı Huzur’un başkahramanı Nuran da yanında çalışan evli asistanlarından biri olduğu söylenmektedir.
Ahmet Hamdi çok iyi el falı bakar, ışıkta asla uyuyamayıp bohem bir hayatı olduğu anlatılır. Okuduğu satırların altını sigarasını yaktığı kibrit çöpüyle çizermiş. Bazı öğrenciler onun bu hareketine özendikleri için sigara kullanmadıkları halde yanlarında kibrit bulundurur, onunla satır altlarını çizermiş.
Ahmet Muhip Dıranas soyadını doğduğu şehir olan Sinop’taki Dıranas dağlarından alır.
A. Muhip Dıranas her zaman fötr şapka giyermiş. Siyasete girmek istemiş ama milletvekili seçilememiştir. Aşırı alkol alan A. Muhip birinde alkol komasına girer ve hastaneye yatar. Ömrünün son demlerinde şiir yazamaz hale gelmiştir.
A. Muhip Çocuk Esirgeme Kurumunda müdürken yanında çalışan bir bayan memurun yeğeni ziyarete gelir. Teyzesini ziyarete gelen kızı çok beğenir. Kendinden 16 yaş küçük olan bu kızla hayatını birleştiren A. Muhip, eşi Münire Hanım’dan vasiyet olarak iki şey ister: Sinop’a, babasının yanına gömülmek ve “Fahriye Abla” şiirinin filminin çekilmesine izin vermemek. Tabii Sinop’a gömülme vasiyeti gerçekleşse de Fahriye Abla şiirinin filminin çekilmesinin önüne geçemez.
Türk Edebiyatında “Evler Şairi” olarak bilinen Behçet Necatigil daha 2 yaşındayken annesini kaybeder. Üvey anne elinden çok çeken Behçet Necatigil, üvey annesiyle aynı soyadı taşımak istememiş, babasının soyadı olan ‘Gönül’ yerine çok sevdiği Divan Şairi Necati’den esinlenerek Necatigil soyadını almıştır.
Necatigil içine kapanık biridir. Eve, huzurlu bir aileye büyük bir özlemi vardır. Bunun için hep ‘ev’ şiirleri yazmıştır.

Abdülmecid ORHAN



KİBRİTİ TUTUŞTURMAK

Bir zamanların yaygın tutuşturucusu kibrit artık bizlere elveda demekte. Yirminci asrın başlarında en şatafatlı dönemini yaşayan fosforlu minik tahta parçacığı, şimdilerde unutulup gidiyor ve bu gidişte hatıralarını da yanına alıp gözden kaybolacak.

Alman simyacı Hennig Brand 1669’da felsefe taşını bulup onunla da bazı metalleri altına çevirme hayali kurarken fosforu keşfeder. O çağda fosfor, ateş için kullanılamamıştır. Aradan yıllar geçer ve fosfor, on dokuzuncu asrın başında kibrit imalinde tercih edilecektir. Takvimler 1827’yi göstermektedir ve kibritin sürtünmeyle ateş alıp yandığı İngiltere’de tesbit edilmiştir. Sonraları Fransa, ABD, Avusturya gibi farklı ülkeler de kibrite değişik biçimler verip özgün katkılarda bulunarak bu ateşleyici geliştirir. Hatta 1932’de Avusturya’da imal edilen bir kibritin içine konulan bir madde sayesinde yanma yavaş yavaş gerçekleşir ve bir kibrit kırk kez kullanılabilir.

Kibritin ucunda, kükürt ve oksitleyici olarak da potasyum klorat bulunur. Sürtünmesini artırmak için incecik cam tozu da karışımına eklenir. Bu karışımı bir arada tutan tutkal ve nişastayı da unutmamak gerekir. 1929’a kadar Avrupa’dan ithal ettiğimiz kibrit, 1932’de İstanbul’da üretilmeye başlanır. Bu üretimi de bir ABD firması yirmi beş yıllığına tekel olma şartıyla kabul eder. Karşılığında ülkemize on milyon dolarlık uzun vadeli kredi sağlar. Dönemin yöneticileri de bu sermayeyle Merkez Bankasını kurar. 1950’li yıllarda Türk firmalar da kibrit imaline teşebbüs eder. Ancak son yıllarda çakmağın yaygınlaşmasıyla bir zamanların meşhur Malazlar ve Kav gibi firmaları fabrikaları kapatmaya başlar. Artık çakmağın devridir ve kibritin tahtı yıkılmıştır. Kibrit bundan böyle nostaljik bir öğe olarak hatıralarda kalmaya mahkumdur.

Ocağı, sobayı tutuşturma niyetiyle yakılan kibrit çöpü, bazen yaramaz bir çocuğun elinde bir evi ateşler içinde bırakabileceği için kibrit taşıyan her çocuk insanı inceden inceye tedirgin eder. Fakat Andersen’in o hüzünlü masalı  Kibritçi Kız hikayesindeki kibritler zihnimizi bir anda değiştirebilmekte. Masalı dinlerken isteriz ki o yetimciğin daha çok kibriti olsun, o kibritleri satsın yahut her kibriti yakarken çabucak sönmesinler ve o soğuk yılbaşı gecesinde hayal alevlerinin içinde annesini görsün. Ne zalim bir masaldır Kibritçi Kız, bir Kemalettin Tuğcu kitabının iç burkuntusunu hissederiz. O anları hızlı geçmek lazım, insanın yüreği dayanmaz kızcağızın elinde yanmış kibritlerle donmuş bir vaziyette sabah bulunuşu ve yüzünde tatlı bir gülümseme… Evet Andersen zalimdir, bu hissi bir de Kurşun Asker masalında yaşatır ve ona da yürek dayanmaz. Belki de yazar zor geçen çocukluk yıllarının acısını dindirmeye çalışmaktaydı. Her ne olursa olsun, bu masallar çocuklara elindekilerin kıymetini bilsin diye anlatılmakta. Anlatılır ancak o masumların kalp dünyasında ne volkanlar patlayacak, nasıl uçurumlar oluşacak hiç düşünülmez mi?

Minik ve başıboş bir kibrit çöpü, koca ormanı kül haline getirir de bir vakitler ormandan kopup kibrite dönüşen o çöpün hem kendini yakmasına, hem de ormanı küle dönüştürmesine akıl sır ermez. Bir kibrit, nice ağacı yakıp dünyayı küle çevirse de bazen o bir kibrit dünyayı aydınlatır. Sezai Karakoç “Batı Şiirlerinde Çeviriler” in girişinde “Bizim işimiz bir kibrit çakmak. Dünyayı yakmak için değil, dünyayı ışıtacak meşaleyi tutuşturmaya kendi çapımızda yardımcı olmak için.” demekteydi.  Bu minvalde bir düşünceyi yine kibrit metaforuyla misallendiren Bediüzzaman Said Nursi, İctihad Risalesi’nde iyi çevrenin kişinin inkışafında çok büyük fayda sağlayabileceğini ve böyle bir çevrenin üniversite gibi kişiyi kısa zamanda parlatabileceğini ifade eder:”İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan müstaid, ictihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nûrun alâ nûr sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olur.” Bediüzzaman’ın hayatının bir kısmı hapishanede geçmiş ve Meyve risalesi gibi bazı risaleler, bazen kibrit kutularına hapishanede yazılıp daha sonra çoğaltılmıştır. Talebelerinden Bayram Yüksel hatıralarında Üstad ve talebelerinin Afyon hapishanesindeki halini anlatırken şunları söyler:”Üstadımız pencereden bakar, bizleri gördüğü anda bulduğu küçük kağıt parçalarına yazdığı kısımları kibrit kutusuna koyarak bize atardı. Biz de bu parçaları hemen ağabeylere verirdik. Önce onlar yazarlardı, sonra biz çoğaltmaya başlardık.” Bediüzzaman’ın çok sevdiği talebelerinden ihlas abidesi Hafız Ali Denizli Hapishanesi’nde vefat eder, yıl 1943’tür. Üstad’ı o vakit bu hapishanede zehirlenmişlerdir, çok sıkıntı çekmektedir. O günlerde hapishanede dua ederken diğer talebelerin de iştirak etmesini isteyen Hafız Ali, Allah’tan şunu ister: “… Eğer  Üstadımın eceli geldiyse, onun yerine benim canımı al, ona afiyet ver.” Kısa bir zaman sonra Hafız Ali hastalanıp vefat edecektir. Onun hakkında Bediüzzaman “benim bedelime şehid oldu” deyip ardından derin bir acı ve hüzün yaşar. Üstad daha sonra işte bu zor şartlarda bir kibrite not yazıp talebesi Hafız Mustafa’ya atar, notta şunu okuruz:”…Mümkün olduğu kadar beni buradan alınız. Hayatım tehlikededir…” Hapishanede bazen kibrit kutularına yazılıp günümüzde dünyanın pek çok diline çevrilen Risale-i Nurlar Sezai Karakoç’un ifadesindeki “dünyayı ışıtma” vazifesini bin bir çileyle sürdürmüştür.

Takvimler 1951’in ekim ayını gösterirken yirmi dört yaşındaki Ahmet Arif tutuklanır. Sansaryan Hanı’nda bir hücreye konur, şair burada çarpıcı ve acı verici dizelere ilham olacak zamanlar yaşar. Hücrede bir kibrit çöpü bulup duvarda bir takvim oluşturur. 128 gün hücrede kalan Ahmet Arif, baskılara dayanamayıp neredeyse delirecektir. Bileklerini keser, hastaneye götürülür. Sonraları bırakılsa da kısa sürede tekrar tutuklanacaktır.1955’te serbest kalan şairin yüreğinde hapishane günleri derin izler bırakmıştır. “Hasretinden Prangalar Eskittim” adlı şiirinde haykırırken okyanusta kaybolmaya yüz tutan bir kibriti bile unutmayıp ona şöyle yer verir:”…Seni bağırabılsem seni, / Dipsiz kuyulara, / Akan yıldıza. / Bir kibrit çöpüne varana. / Okyanusun en ıssız dalgasına / Düşmüş bir kibrit çöpüne...”
O yıllarda kibrite sadece hapishanelerde rastlamıyoruz. Misafir şiirinde Orhan Veli can sıkıntısını anlatırken kibriti farklı bir amaç için kullanır. Dönemin siyasi şartları sürekli değişkenlik arz ederken şairimiz, siyasi konularda biraz kenarda durmaktadır.  Son yıllarında bazı siyasi tavırlar gösterse de genel çizgisine baktığımızda şair, siyasete biraz uzaktır. Şiirlerinde halka ulaşmak ve şairaneliğe karşı bir tavır sergilemeye çalışmaktadır. Bunu rahat anlaşılabilen dizelerle yazıyor gibi gözükse de şairin sembolist ve sürrealist sanatçılardan etkilendiğini de aklımızdan çıkarmayıp bazı şiirlerine o gözle de yaklaşabiliriz. Şiirde kibrite yer verirken şunları söyler şair:”Dün fena sıkıldım, akşama kadar, / İki paket cıgara bana mısın demedi, / Yazı yazacak oldum, sarmadı, / Keman çaldım ömrümde ilk defa, / Dolaştım, / Tavla oynayanları seyrettim, / Bir şarkıyı başka makamla söyledim, / Sinek tuttum bir kibrit kutusu; / Allah kahretsin, en sonunda, / Kalktım, buraya geldim.”

Bir kutuda kırk çöp bulundurup sağ ve sol tarafında şerit halinde tutuşturucu barındıran bir bölgeye sahip olan kibrit kutusu ve çöpleri sanki insana dair de pek çok şeyi fısıldar.  Her kibrit çöpünün bir yakılma gayesi vardır, bu gaye binlerce ağacı yakma veya ocaktaki yemeği yakma da olabilir. Bazı kibrit çöplerini birkaç kez denersiniz fakat yanmazlar, yansalar da alelacele sönerler. Sabırsız insanlara ya da talihsiz insanlara neler söylemez ki o minicik nesne. Bazısı vardır inceciktir yanmaz dersiniz, kırılıverecektir ama hiçbir şey olmaz, sonuna dek yanar da yanar. Kimi zaman öyle kalınca kibritler görürsünüz bu şimdi nasıl da tutuşur meşale gibi yanar derken hiç yanmaz, hayal kırıklığıyla kalıverirsiniz yahut kısa bir süre yanıp sizi düşündürmeye başlar. Kimi zaman birbirine yapışık olanları görürsünüz beraber yanar giderler, bazı arkadaşları hatırlayıp birbirlerine karşı vefalarını yahut başlarına iş açmalarını hatırlarsınız. Bazen kutudaki birkaç çöpün uç kısmında kimyevi yanıcı maddenin olmadığını görürsünüz, işte o an aklınıza hayata gelip buradan amaçsız gidiveren kimseler gelir. Yine bir kibrit kutusu açılınca evvelen üsttekilerin yakıldığını görürsünüz ve yukarıda durmanın bir bedeli olduğunu düşünürsünüz. Kibrit çöplerinden bazısı eğri büğrü olsa da mükemmel yandığını izlerken kimi dostlarınızın birkaç eğriliğine fazla takılmamak gerektiğini aklınıza getirirsiniz. Tüm kibritlerin yanıcı kısmı aynı yöne bakarken birkaçı ters istikamete bakar ve onlar hemen göze takılır; işte o an eliniz bu uyumsuz olanlara gider de farklılıklara iyi veya kötü biçimde bir anlam yükleneceğini görürsünüz. Bazen bir kibrit çöpü karanlıktaki bir mumu yahut bir meşaleyi yakıp karanlığı aydınlatırken bazen yemyeşil bir ormanı cehennem ateşine çevirir. Gün olur gövdesi beyazımsı bir kibrit çöpü kutudaki gövdeleri beyazımsı tüm çöpleri yakar da hepsi çaresizce simsiyah küle dönerken siz bakakalırsınız.


Küçük bir niyet kibritçiğinin insanoğlunu nereye götüreceği bir muammadır. Kibrit kutusuna benzeyen ömür kutusu içinde pek çok yılı saklı tutar, fakat üzerinde “vasati 40 çöp” yazmaz ve yılların adeti hep bir sır olarak durur. İşte bir gün o son çöpü alıp yakmaya çalışırken Can Yücel’in “Kibrit Çakıyorsun Karanlıkta” şiiri aklınıza geliverecektir: ”Bir iş açacaksın sen başımıza / yangın mı olur artık, bahar mı?“. O vakit herhalde insan geriye dönüp ömrüne bakarken yangın mı çıkardı, bahar mı getirdi anlamaya başlayacaktır.

A.Bahtiyar GÜNDÜZ

DİLSİZ MUCİZE

Ömür sanki zaman çölünde vaha
Sandım sürer, bitmeyecek bir daha

Bulutlar geldi geçti hep ufukta
Aldanmışım geliverdi son nokta

Yıllar olmuştu evvelin kopyası
Çıktım tepe tepe umut dünyası

İnsan dönüyor zamanla dilsize
Arıyor çaresizce bir mucize

Samet DENİZ


HAYALLERİN SINIRLAMASI

Hayaller tükenmez hayaller... Sürekli aklımızı meşgul eden belki de hayatın tüm zorluklarına, bezdirişlerine rağmen ona sımsıkı bağlanmamıza sebep olan kurtarıcı hayaller. Evet hayaller kurtarıcıdır çünkü bize sonsuzluğun, sınır tanımamanın kapılarını açarlar. Sonsuzluk yaratılıştan geldiği için insanın vazgeçilmez doğasıdır hayaller. Hayaller umut aşılamanın mükemmel halidir. Mutluluğa ihtiyaç duyduğumuzda çaldığımız ilk kapıdır ve son nefesimize kadar da çalacağımız kapı olacaktır. Hayaller o kadar değerlidir ki günümüzde hayallere yapılan yatırımların haddi hesabı yoktur. Evet hayal satmak günümüzün en popüler meslekleri arasında yerini almıştır. Sinema sektörü bu anlamda görebileceğimiz en iyi örnektir. Biz sürekli hayallerimizin peşinden koşarız peki ya hayaller bizim peşimizden koşar mı? Evet bu garip olduğu kadar anlamlı da bir soru. Hayallerimizin peşimizden koşması ilk başta anlamsız gelebilir ama biraz düşündüğümüzde peşinden koştuğumuz hayaller aslında ruhumuzun geleceğe dair yansımasıdır. Bir süre sonra hayallerimize ulaşmaya kendimizi o kadar kaptırırız ki hayallerimiz bizi yönlendirmeye başlar hayatımızı, davranışlarımızı sınırlar ona ulaşmamız için peşimizden koşar ve aslında bizim oluşturup yönlendirdiğimiz sandığımız hayaller bizi yönlendirmeye başlar. Hayallerin hayatımıza etkisini anlamak o kadar da zor değildir bu etki bizi biz yapan hayatımızı anlamlı kılan ve bize yaşamamızı mümkün kılan değerleri öğreten muhteşem öğretmendir