27 Ağustos 2015 Perşembe

Abdülmecid ORHAN



KİBRİTİ TUTUŞTURMAK

Bir zamanların yaygın tutuşturucusu kibrit artık bizlere elveda demekte. Yirminci asrın başlarında en şatafatlı dönemini yaşayan fosforlu minik tahta parçacığı, şimdilerde unutulup gidiyor ve bu gidişte hatıralarını da yanına alıp gözden kaybolacak.

Alman simyacı Hennig Brand 1669’da felsefe taşını bulup onunla da bazı metalleri altına çevirme hayali kurarken fosforu keşfeder. O çağda fosfor, ateş için kullanılamamıştır. Aradan yıllar geçer ve fosfor, on dokuzuncu asrın başında kibrit imalinde tercih edilecektir. Takvimler 1827’yi göstermektedir ve kibritin sürtünmeyle ateş alıp yandığı İngiltere’de tesbit edilmiştir. Sonraları Fransa, ABD, Avusturya gibi farklı ülkeler de kibrite değişik biçimler verip özgün katkılarda bulunarak bu ateşleyici geliştirir. Hatta 1932’de Avusturya’da imal edilen bir kibritin içine konulan bir madde sayesinde yanma yavaş yavaş gerçekleşir ve bir kibrit kırk kez kullanılabilir.

Kibritin ucunda, kükürt ve oksitleyici olarak da potasyum klorat bulunur. Sürtünmesini artırmak için incecik cam tozu da karışımına eklenir. Bu karışımı bir arada tutan tutkal ve nişastayı da unutmamak gerekir. 1929’a kadar Avrupa’dan ithal ettiğimiz kibrit, 1932’de İstanbul’da üretilmeye başlanır. Bu üretimi de bir ABD firması yirmi beş yıllığına tekel olma şartıyla kabul eder. Karşılığında ülkemize on milyon dolarlık uzun vadeli kredi sağlar. Dönemin yöneticileri de bu sermayeyle Merkez Bankasını kurar. 1950’li yıllarda Türk firmalar da kibrit imaline teşebbüs eder. Ancak son yıllarda çakmağın yaygınlaşmasıyla bir zamanların meşhur Malazlar ve Kav gibi firmaları fabrikaları kapatmaya başlar. Artık çakmağın devridir ve kibritin tahtı yıkılmıştır. Kibrit bundan böyle nostaljik bir öğe olarak hatıralarda kalmaya mahkumdur.

Ocağı, sobayı tutuşturma niyetiyle yakılan kibrit çöpü, bazen yaramaz bir çocuğun elinde bir evi ateşler içinde bırakabileceği için kibrit taşıyan her çocuk insanı inceden inceye tedirgin eder. Fakat Andersen’in o hüzünlü masalı  Kibritçi Kız hikayesindeki kibritler zihnimizi bir anda değiştirebilmekte. Masalı dinlerken isteriz ki o yetimciğin daha çok kibriti olsun, o kibritleri satsın yahut her kibriti yakarken çabucak sönmesinler ve o soğuk yılbaşı gecesinde hayal alevlerinin içinde annesini görsün. Ne zalim bir masaldır Kibritçi Kız, bir Kemalettin Tuğcu kitabının iç burkuntusunu hissederiz. O anları hızlı geçmek lazım, insanın yüreği dayanmaz kızcağızın elinde yanmış kibritlerle donmuş bir vaziyette sabah bulunuşu ve yüzünde tatlı bir gülümseme… Evet Andersen zalimdir, bu hissi bir de Kurşun Asker masalında yaşatır ve ona da yürek dayanmaz. Belki de yazar zor geçen çocukluk yıllarının acısını dindirmeye çalışmaktaydı. Her ne olursa olsun, bu masallar çocuklara elindekilerin kıymetini bilsin diye anlatılmakta. Anlatılır ancak o masumların kalp dünyasında ne volkanlar patlayacak, nasıl uçurumlar oluşacak hiç düşünülmez mi?

Minik ve başıboş bir kibrit çöpü, koca ormanı kül haline getirir de bir vakitler ormandan kopup kibrite dönüşen o çöpün hem kendini yakmasına, hem de ormanı küle dönüştürmesine akıl sır ermez. Bir kibrit, nice ağacı yakıp dünyayı küle çevirse de bazen o bir kibrit dünyayı aydınlatır. Sezai Karakoç “Batı Şiirlerinde Çeviriler” in girişinde “Bizim işimiz bir kibrit çakmak. Dünyayı yakmak için değil, dünyayı ışıtacak meşaleyi tutuşturmaya kendi çapımızda yardımcı olmak için.” demekteydi.  Bu minvalde bir düşünceyi yine kibrit metaforuyla misallendiren Bediüzzaman Said Nursi, İctihad Risalesi’nde iyi çevrenin kişinin inkışafında çok büyük fayda sağlayabileceğini ve böyle bir çevrenin üniversite gibi kişiyi kısa zamanda parlatabileceğini ifade eder:”İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan müstaid, ictihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nûrun alâ nûr sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olur.” Bediüzzaman’ın hayatının bir kısmı hapishanede geçmiş ve Meyve risalesi gibi bazı risaleler, bazen kibrit kutularına hapishanede yazılıp daha sonra çoğaltılmıştır. Talebelerinden Bayram Yüksel hatıralarında Üstad ve talebelerinin Afyon hapishanesindeki halini anlatırken şunları söyler:”Üstadımız pencereden bakar, bizleri gördüğü anda bulduğu küçük kağıt parçalarına yazdığı kısımları kibrit kutusuna koyarak bize atardı. Biz de bu parçaları hemen ağabeylere verirdik. Önce onlar yazarlardı, sonra biz çoğaltmaya başlardık.” Bediüzzaman’ın çok sevdiği talebelerinden ihlas abidesi Hafız Ali Denizli Hapishanesi’nde vefat eder, yıl 1943’tür. Üstad’ı o vakit bu hapishanede zehirlenmişlerdir, çok sıkıntı çekmektedir. O günlerde hapishanede dua ederken diğer talebelerin de iştirak etmesini isteyen Hafız Ali, Allah’tan şunu ister: “… Eğer  Üstadımın eceli geldiyse, onun yerine benim canımı al, ona afiyet ver.” Kısa bir zaman sonra Hafız Ali hastalanıp vefat edecektir. Onun hakkında Bediüzzaman “benim bedelime şehid oldu” deyip ardından derin bir acı ve hüzün yaşar. Üstad daha sonra işte bu zor şartlarda bir kibrite not yazıp talebesi Hafız Mustafa’ya atar, notta şunu okuruz:”…Mümkün olduğu kadar beni buradan alınız. Hayatım tehlikededir…” Hapishanede bazen kibrit kutularına yazılıp günümüzde dünyanın pek çok diline çevrilen Risale-i Nurlar Sezai Karakoç’un ifadesindeki “dünyayı ışıtma” vazifesini bin bir çileyle sürdürmüştür.

Takvimler 1951’in ekim ayını gösterirken yirmi dört yaşındaki Ahmet Arif tutuklanır. Sansaryan Hanı’nda bir hücreye konur, şair burada çarpıcı ve acı verici dizelere ilham olacak zamanlar yaşar. Hücrede bir kibrit çöpü bulup duvarda bir takvim oluşturur. 128 gün hücrede kalan Ahmet Arif, baskılara dayanamayıp neredeyse delirecektir. Bileklerini keser, hastaneye götürülür. Sonraları bırakılsa da kısa sürede tekrar tutuklanacaktır.1955’te serbest kalan şairin yüreğinde hapishane günleri derin izler bırakmıştır. “Hasretinden Prangalar Eskittim” adlı şiirinde haykırırken okyanusta kaybolmaya yüz tutan bir kibriti bile unutmayıp ona şöyle yer verir:”…Seni bağırabılsem seni, / Dipsiz kuyulara, / Akan yıldıza. / Bir kibrit çöpüne varana. / Okyanusun en ıssız dalgasına / Düşmüş bir kibrit çöpüne...”
O yıllarda kibrite sadece hapishanelerde rastlamıyoruz. Misafir şiirinde Orhan Veli can sıkıntısını anlatırken kibriti farklı bir amaç için kullanır. Dönemin siyasi şartları sürekli değişkenlik arz ederken şairimiz, siyasi konularda biraz kenarda durmaktadır.  Son yıllarında bazı siyasi tavırlar gösterse de genel çizgisine baktığımızda şair, siyasete biraz uzaktır. Şiirlerinde halka ulaşmak ve şairaneliğe karşı bir tavır sergilemeye çalışmaktadır. Bunu rahat anlaşılabilen dizelerle yazıyor gibi gözükse de şairin sembolist ve sürrealist sanatçılardan etkilendiğini de aklımızdan çıkarmayıp bazı şiirlerine o gözle de yaklaşabiliriz. Şiirde kibrite yer verirken şunları söyler şair:”Dün fena sıkıldım, akşama kadar, / İki paket cıgara bana mısın demedi, / Yazı yazacak oldum, sarmadı, / Keman çaldım ömrümde ilk defa, / Dolaştım, / Tavla oynayanları seyrettim, / Bir şarkıyı başka makamla söyledim, / Sinek tuttum bir kibrit kutusu; / Allah kahretsin, en sonunda, / Kalktım, buraya geldim.”

Bir kutuda kırk çöp bulundurup sağ ve sol tarafında şerit halinde tutuşturucu barındıran bir bölgeye sahip olan kibrit kutusu ve çöpleri sanki insana dair de pek çok şeyi fısıldar.  Her kibrit çöpünün bir yakılma gayesi vardır, bu gaye binlerce ağacı yakma veya ocaktaki yemeği yakma da olabilir. Bazı kibrit çöplerini birkaç kez denersiniz fakat yanmazlar, yansalar da alelacele sönerler. Sabırsız insanlara ya da talihsiz insanlara neler söylemez ki o minicik nesne. Bazısı vardır inceciktir yanmaz dersiniz, kırılıverecektir ama hiçbir şey olmaz, sonuna dek yanar da yanar. Kimi zaman öyle kalınca kibritler görürsünüz bu şimdi nasıl da tutuşur meşale gibi yanar derken hiç yanmaz, hayal kırıklığıyla kalıverirsiniz yahut kısa bir süre yanıp sizi düşündürmeye başlar. Kimi zaman birbirine yapışık olanları görürsünüz beraber yanar giderler, bazı arkadaşları hatırlayıp birbirlerine karşı vefalarını yahut başlarına iş açmalarını hatırlarsınız. Bazen kutudaki birkaç çöpün uç kısmında kimyevi yanıcı maddenin olmadığını görürsünüz, işte o an aklınıza hayata gelip buradan amaçsız gidiveren kimseler gelir. Yine bir kibrit kutusu açılınca evvelen üsttekilerin yakıldığını görürsünüz ve yukarıda durmanın bir bedeli olduğunu düşünürsünüz. Kibrit çöplerinden bazısı eğri büğrü olsa da mükemmel yandığını izlerken kimi dostlarınızın birkaç eğriliğine fazla takılmamak gerektiğini aklınıza getirirsiniz. Tüm kibritlerin yanıcı kısmı aynı yöne bakarken birkaçı ters istikamete bakar ve onlar hemen göze takılır; işte o an eliniz bu uyumsuz olanlara gider de farklılıklara iyi veya kötü biçimde bir anlam yükleneceğini görürsünüz. Bazen bir kibrit çöpü karanlıktaki bir mumu yahut bir meşaleyi yakıp karanlığı aydınlatırken bazen yemyeşil bir ormanı cehennem ateşine çevirir. Gün olur gövdesi beyazımsı bir kibrit çöpü kutudaki gövdeleri beyazımsı tüm çöpleri yakar da hepsi çaresizce simsiyah küle dönerken siz bakakalırsınız.


Küçük bir niyet kibritçiğinin insanoğlunu nereye götüreceği bir muammadır. Kibrit kutusuna benzeyen ömür kutusu içinde pek çok yılı saklı tutar, fakat üzerinde “vasati 40 çöp” yazmaz ve yılların adeti hep bir sır olarak durur. İşte bir gün o son çöpü alıp yakmaya çalışırken Can Yücel’in “Kibrit Çakıyorsun Karanlıkta” şiiri aklınıza geliverecektir: ”Bir iş açacaksın sen başımıza / yangın mı olur artık, bahar mı?“. O vakit herhalde insan geriye dönüp ömrüne bakarken yangın mı çıkardı, bahar mı getirdi anlamaya başlayacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder