KİBRİTİ TUTUŞTURMAK
Bir zamanların yaygın tutuşturucusu kibrit artık bizlere
elveda demekte. Yirminci asrın başlarında en şatafatlı dönemini yaşayan
fosforlu minik tahta parçacığı, şimdilerde unutulup gidiyor ve bu gidişte
hatıralarını da yanına alıp gözden kaybolacak.
Alman simyacı Hennig Brand 1669’da felsefe taşını bulup
onunla da bazı metalleri altına çevirme hayali kurarken fosforu keşfeder. O
çağda fosfor, ateş için kullanılamamıştır. Aradan yıllar geçer ve fosfor, on
dokuzuncu asrın başında kibrit imalinde tercih edilecektir. Takvimler 1827’yi
göstermektedir ve kibritin sürtünmeyle ateş alıp yandığı İngiltere’de tesbit
edilmiştir. Sonraları Fransa, ABD, Avusturya gibi farklı ülkeler de kibrite
değişik biçimler verip özgün katkılarda bulunarak bu ateşleyici geliştirir.
Hatta 1932’de Avusturya’da imal edilen bir kibritin içine konulan bir madde
sayesinde yanma yavaş yavaş gerçekleşir ve bir kibrit kırk kez kullanılabilir.
Kibritin ucunda, kükürt ve oksitleyici olarak da potasyum
klorat bulunur. Sürtünmesini artırmak için incecik cam tozu da karışımına
eklenir. Bu karışımı bir arada tutan tutkal ve nişastayı da unutmamak gerekir.
1929’a kadar Avrupa’dan ithal ettiğimiz kibrit, 1932’de İstanbul’da üretilmeye
başlanır. Bu üretimi de bir ABD firması yirmi beş yıllığına tekel olma şartıyla
kabul eder. Karşılığında ülkemize on milyon dolarlık uzun vadeli kredi sağlar.
Dönemin yöneticileri de bu sermayeyle Merkez Bankasını kurar. 1950’li yıllarda
Türk firmalar da kibrit imaline teşebbüs eder. Ancak son yıllarda çakmağın
yaygınlaşmasıyla bir zamanların meşhur Malazlar ve Kav gibi firmaları
fabrikaları kapatmaya başlar. Artık çakmağın devridir ve kibritin tahtı
yıkılmıştır. Kibrit bundan böyle nostaljik bir öğe olarak hatıralarda kalmaya
mahkumdur.
Ocağı, sobayı tutuşturma niyetiyle yakılan kibrit çöpü,
bazen yaramaz bir çocuğun elinde bir evi ateşler içinde bırakabileceği için
kibrit taşıyan her çocuk insanı inceden inceye tedirgin eder. Fakat Andersen’in
o hüzünlü masalı Kibritçi Kız
hikayesindeki kibritler zihnimizi bir anda değiştirebilmekte. Masalı dinlerken
isteriz ki o yetimciğin daha çok kibriti olsun, o kibritleri satsın yahut her
kibriti yakarken çabucak sönmesinler ve o soğuk yılbaşı gecesinde hayal
alevlerinin içinde annesini görsün. Ne zalim bir masaldır Kibritçi Kız, bir
Kemalettin Tuğcu kitabının iç burkuntusunu hissederiz. O anları hızlı geçmek
lazım, insanın yüreği dayanmaz kızcağızın elinde yanmış kibritlerle donmuş bir
vaziyette sabah bulunuşu ve yüzünde tatlı bir gülümseme… Evet Andersen
zalimdir, bu hissi bir de Kurşun Asker masalında yaşatır ve ona da yürek
dayanmaz. Belki de yazar zor geçen çocukluk yıllarının acısını dindirmeye
çalışmaktaydı. Her ne olursa olsun, bu masallar çocuklara elindekilerin
kıymetini bilsin diye anlatılmakta. Anlatılır ancak o masumların kalp
dünyasında ne volkanlar patlayacak, nasıl uçurumlar oluşacak hiç düşünülmez mi?
Minik ve başıboş bir kibrit çöpü, koca ormanı kül haline
getirir de bir vakitler ormandan kopup kibrite dönüşen o çöpün hem kendini yakmasına,
hem de ormanı küle dönüştürmesine akıl sır ermez. Bir kibrit, nice ağacı yakıp
dünyayı küle çevirse de bazen o bir kibrit dünyayı aydınlatır. Sezai Karakoç
“Batı Şiirlerinde Çeviriler” in girişinde “Bizim işimiz bir kibrit çakmak.
Dünyayı yakmak için değil, dünyayı ışıtacak meşaleyi tutuşturmaya kendi
çapımızda yardımcı olmak için.” demekteydi.
Bu minvalde bir düşünceyi yine kibrit metaforuyla misallendiren
Bediüzzaman Said Nursi, İctihad Risalesi’nde iyi çevrenin kişinin inkışafında
çok büyük fayda sağlayabileceğini ve böyle bir çevrenin üniversite gibi kişiyi
kısa zamanda parlatabileceğini ifade eder:”İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan
müstaid, ictihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı,
nûrun alâ nûr sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olur.”
Bediüzzaman’ın hayatının bir kısmı hapishanede geçmiş ve Meyve risalesi gibi
bazı risaleler, bazen kibrit kutularına hapishanede yazılıp daha sonra
çoğaltılmıştır. Talebelerinden Bayram Yüksel hatıralarında Üstad ve talebelerinin
Afyon hapishanesindeki halini anlatırken şunları söyler:”Üstadımız pencereden
bakar, bizleri gördüğü anda bulduğu küçük kağıt parçalarına yazdığı kısımları
kibrit kutusuna koyarak bize atardı. Biz de bu parçaları hemen ağabeylere
verirdik. Önce onlar yazarlardı, sonra biz çoğaltmaya başlardık.”
Bediüzzaman’ın çok sevdiği talebelerinden ihlas abidesi Hafız Ali Denizli
Hapishanesi’nde vefat eder, yıl 1943’tür. Üstad’ı o vakit bu hapishanede
zehirlenmişlerdir, çok sıkıntı çekmektedir. O günlerde hapishanede dua ederken
diğer talebelerin de iştirak etmesini isteyen Hafız Ali, Allah’tan şunu ister:
“… Eğer Üstadımın eceli geldiyse, onun
yerine benim canımı al, ona afiyet ver.” Kısa bir zaman sonra Hafız Ali hastalanıp
vefat edecektir. Onun hakkında Bediüzzaman “benim bedelime şehid oldu” deyip
ardından derin bir acı ve hüzün yaşar. Üstad daha sonra işte bu zor şartlarda
bir kibrite not yazıp talebesi Hafız Mustafa’ya atar, notta şunu
okuruz:”…Mümkün olduğu kadar beni buradan alınız. Hayatım tehlikededir…”
Hapishanede bazen kibrit kutularına yazılıp günümüzde dünyanın pek çok diline
çevrilen Risale-i Nurlar Sezai Karakoç’un ifadesindeki “dünyayı ışıtma”
vazifesini bin bir çileyle sürdürmüştür.
Takvimler 1951’in ekim ayını gösterirken yirmi dört
yaşındaki Ahmet Arif tutuklanır. Sansaryan Hanı’nda bir hücreye konur, şair
burada çarpıcı ve acı verici dizelere ilham olacak zamanlar yaşar. Hücrede bir
kibrit çöpü bulup duvarda bir takvim oluşturur. 128 gün hücrede kalan Ahmet
Arif, baskılara dayanamayıp neredeyse delirecektir. Bileklerini keser,
hastaneye götürülür. Sonraları bırakılsa da kısa sürede tekrar
tutuklanacaktır.1955’te serbest kalan şairin yüreğinde hapishane günleri derin
izler bırakmıştır. “Hasretinden Prangalar Eskittim” adlı şiirinde haykırırken
okyanusta kaybolmaya yüz tutan bir kibriti bile unutmayıp ona şöyle yer
verir:”…Seni bağırabılsem seni, / Dipsiz kuyulara, / Akan yıldıza. / Bir kibrit
çöpüne varana. / Okyanusun en ıssız dalgasına / Düşmüş bir kibrit çöpüne...”
O yıllarda kibrite sadece hapishanelerde rastlamıyoruz.
Misafir şiirinde Orhan Veli can sıkıntısını anlatırken kibriti farklı bir amaç
için kullanır. Dönemin siyasi şartları sürekli değişkenlik arz ederken
şairimiz, siyasi konularda biraz kenarda durmaktadır. Son yıllarında bazı siyasi tavırlar gösterse
de genel çizgisine baktığımızda şair, siyasete biraz uzaktır. Şiirlerinde halka
ulaşmak ve şairaneliğe karşı bir tavır sergilemeye çalışmaktadır. Bunu rahat
anlaşılabilen dizelerle yazıyor gibi gözükse de şairin sembolist ve sürrealist
sanatçılardan etkilendiğini de aklımızdan çıkarmayıp bazı şiirlerine o gözle de
yaklaşabiliriz. Şiirde kibrite yer verirken şunları söyler şair:”Dün fena
sıkıldım, akşama kadar, / İki paket cıgara bana mısın demedi, / Yazı yazacak
oldum, sarmadı, / Keman çaldım ömrümde ilk defa, / Dolaştım, / Tavla
oynayanları seyrettim, / Bir şarkıyı başka makamla söyledim, / Sinek tuttum bir
kibrit kutusu; / Allah kahretsin, en sonunda, / Kalktım, buraya geldim.”
Bir kutuda kırk çöp bulundurup sağ ve sol tarafında şerit
halinde tutuşturucu barındıran bir bölgeye sahip olan kibrit kutusu ve çöpleri
sanki insana dair de pek çok şeyi fısıldar.
Her kibrit çöpünün bir yakılma gayesi vardır, bu gaye binlerce ağacı
yakma veya ocaktaki yemeği yakma da olabilir. Bazı kibrit çöplerini birkaç kez
denersiniz fakat yanmazlar, yansalar da alelacele sönerler. Sabırsız insanlara
ya da talihsiz insanlara neler söylemez ki o minicik nesne. Bazısı vardır
inceciktir yanmaz dersiniz, kırılıverecektir ama hiçbir şey olmaz, sonuna dek
yanar da yanar. Kimi zaman öyle kalınca kibritler görürsünüz bu şimdi nasıl da
tutuşur meşale gibi yanar derken hiç yanmaz, hayal kırıklığıyla kalıverirsiniz
yahut kısa bir süre yanıp sizi düşündürmeye başlar. Kimi zaman birbirine
yapışık olanları görürsünüz beraber yanar giderler, bazı arkadaşları hatırlayıp
birbirlerine karşı vefalarını yahut başlarına iş açmalarını hatırlarsınız.
Bazen kutudaki birkaç çöpün uç kısmında kimyevi yanıcı maddenin olmadığını
görürsünüz, işte o an aklınıza hayata gelip buradan amaçsız gidiveren kimseler
gelir. Yine bir kibrit kutusu açılınca evvelen üsttekilerin yakıldığını
görürsünüz ve yukarıda durmanın bir bedeli olduğunu düşünürsünüz. Kibrit
çöplerinden bazısı eğri büğrü olsa da mükemmel yandığını izlerken kimi
dostlarınızın birkaç eğriliğine fazla takılmamak gerektiğini aklınıza
getirirsiniz. Tüm kibritlerin yanıcı kısmı aynı yöne bakarken birkaçı ters
istikamete bakar ve onlar hemen göze takılır; işte o an eliniz bu uyumsuz
olanlara gider de farklılıklara iyi veya kötü biçimde bir anlam yükleneceğini
görürsünüz. Bazen bir kibrit çöpü karanlıktaki bir mumu yahut bir meşaleyi
yakıp karanlığı aydınlatırken bazen yemyeşil bir ormanı cehennem ateşine
çevirir. Gün olur gövdesi beyazımsı bir kibrit çöpü kutudaki gövdeleri
beyazımsı tüm çöpleri yakar da hepsi çaresizce simsiyah küle dönerken siz
bakakalırsınız.
Küçük bir niyet kibritçiğinin insanoğlunu nereye
götüreceği bir muammadır. Kibrit kutusuna benzeyen ömür kutusu içinde pek çok
yılı saklı tutar, fakat üzerinde “vasati 40 çöp” yazmaz ve yılların adeti hep
bir sır olarak durur. İşte bir gün o son çöpü alıp yakmaya çalışırken Can Yücel’in “Kibrit Çakıyorsun Karanlıkta” şiiri aklınıza
geliverecektir: ”Bir iş açacaksın sen başımıza / yangın mı olur artık, bahar mı?“. O
vakit herhalde insan geriye dönüp ömrüne bakarken yangın mı çıkardı, bahar mı
getirdi anlamaya başlayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder