30 Temmuz 2015 Perşembe

Abdülmecid ORHAN


SOBANIN MACERASI

Sıcakların dünyamızı kapladığı şu günlerde kendimizi bir sobanın içinde gibi hissediyoruz. Devasa bir sobaya dönen yerküre ve yukarıdan ateşiyle yakıp kavuran güneş… İnsanoğlu yazın bu gök sobasından şikayet etse de kışın zemheri soğuklarında Leyla’sını aramaya duran Mecnun misali güneşi arar durur. Güneş önüne bulutları, yağmurları, karları yığıp biz insanlara yüz vermez. Özletir ve sanki bundan lezzet alır. İnsan eski çağlardan bu yana güneşle aydınlanıp onunla ısınırken kışın ne yapmakta idi? İşte burada çağlar boyu bir tekamül sürecinden geçen ocak, mangal, şömine, soba ve kalorifer gibi nesneler imdadına yetişmiştir. Katı, sıvı, gaz ve son olarak elektrikli yakıtla çalışan sobalar evlere, işyerlerine kurularak insanların en önemli hayati ihtiyaçlarından birini karşılamıştır.

Soba, Macarca çiniden yapılan ev hamamıszóba” sözcüğünden alınmış gözükmekte. Ancak Macarcaya da Almanca “stuba” sözcüğünden dönüştürülmüştür. Eski dönemlerde evlerde yemek yapmak, ısınmak, için birkaç taş alınıp belli bir mesafeyle konularak içinde ateş yakılır ve buna ocak denilirdi. Zamanla bu ocaklar barınakların içine alınıp dumanını atmak için üst kısma delik açıldı ve gün geldi bacalar yapıldı. Ocak yavaş yavaş evin bir parçası haline gelip duvarlara gömülü olarak hazırlanıp baca tertibatı üzerinde ayrıca duruldu. Selçuklular ve Osmanlı döneminde ocaklar yapı sanatında süslemeleriyle de dikkat çekerek bir göz zevkine de imkan vermiştir. Ocağın nadir de olsa şiire yansıyıp edebiyatta da kendine yer bulduğunu görürüz. Şair Nâbî mangala veya ocağa “âteş-dân” derken bize ravzayı hatırlatır: “Yazsalar ravzasının nâmını âteş-dânâ / Zîr-i âteşte olur bir çemen-i sebz-remâd” Nâbî Resulullah’ın (asm) ravzası ocağa yazılsa o ateşin altı, yeşilden bir küle dönüşür deyip muhabbetini bize de duyurur.

Dünyanın farklı bölgelerinde ısıtma ve yıkanma suyu için değişik sobalar üretilirken sobanın içine odun ve kömür atıp üzerinde yemek yapma fikri on yedinci yüzyılda ABD’de ortaya konmuştur. Sonraları Pensilvanya’da dökme demirden kuzine dediğimiz içinde yemek yapılabilen ilkel sobalar bulundu.1798’de Amerika doğumlu Bavyeralı Benjamin Thompson, Münih’te tuğladan ürettiği bir ocağın içine madeni raflar koyup altına da ateş yakıp bu sobayı ısıttı. Sobanın üzerinde de yemek hazırlayıp kuzine dediğimiz bu sobaların daha çok ilgi görmesini sağladı.  

Soba zamanla Osmanlı topraklarında Balkan yarım adasından yola çıkıp İstanbul’da görülmeye başlarken ona tereddütlü yaklaşıldı. Bazı Müslümanlar sobayı bidat kabul edip mangaldan yana çıksa da zamanla soba ülkede usul usul yayıldı. Kimi Yahudi din adamları da bu yıllarda sobaya tavır aldı, fakat bu uzun sürmedi. Önce konaklarda soba için düzenleme yapılıp bazısında çini olanları mekana güzellik versin diye üzerinde titizlikle duruldu. Zamanla devlet daireleri de bu serüvene iştirak ederek sobanın ülke topraklarında taht kurmasına izin verdi. Sobalar bir de Kafkasya tarafından “peçko” namıyla Anadolu’ya girip köylerde gözükmeye başlayınca neredeyse ailenin bir ferdi konumuna ulaştı.

Yıllar geçtikçe ülkemizde soba üzerine bir sanayi kurulup sacdan, tuğladan, dökme demirden çeşit çeşit soba üretildi. Bir anda yanardağ misali alev alan gaz sobaları, Karadeniz’de fındıkların atılıp çıtır çıtır seslerle yanan ördek sobalar, evleri borularla kuşatan kaloriferler, ısıtmak için çabalayıp dursa da bunda başarılı olamayıp içeriyi gazla dolduran katalitik sobalar, son dönemlerde elektrikli ısıtıcılar, ”ufo” namıyla yükseğe asılarak kızılötesi ısınma sağlayan cihazlar, klimalı ısıtıcılar, doğalgaz yakarak tabii enerjiyle mekânlara can katmaya çalışan kombili makineler derken ocak ve soba anlayışı özellikle son birkaç asırda devâsâ bir değişim yaşadı.

Soba onca dönüşüm yaşayıp yerini yeni cihazlara bırakırken zihinlerde pek çok nostalji de bıraktı. Soba üzerinde tatlı tatlı kaynayan çaydanlık,  sobanın bir parçası gibi durarak tüm gün sıcak su verme çabasıyla tıslayıp duran güğüm soğuk kış akşamlarına farklı bir çeşni katardı. Soba borusunu çevreleyen askı aparatına asılı çamaşırlar eve dağınık bir hava katsa da dondurucu soğuklarda çamaşırlarınızı çabucak kurulayıverirdiniz. Bazen gürül gürül yanan sobaya su serptiğinizde su damlalarının kızgın demir üzerinde adeta raks edip buharlaşması küçük bir eğlenceydi çocuklar için. Soba evdeki pek çok çeri çöpü yakıp temizlemesiyle bazen iyi bir öğütücü olarak da kullanılırdı. Kuzinede pişirilen börekler, haşlanan patatesler ve çizilip sabırsızlıkla beklenerek lokum haline dönen mis gibi kestaneler…

Soba keyiflidir, sıcaktır, üzerine bırakılan portakal kabuğunun kokusu hoştur; lakin çağrışımı bol olsa bile meşakkati de az değildir. Binbir zahmetle sobayı kurup borularını yerleştirmek veya kış bitiminde – yalancı bir baharsa yandınız- onları kaldırmak çiledir. O ayazlarda kova kova odunu binaya taşımak hatta ondan evvel koca bir kamyonu bodruma taşımak büyük meşakkattir. Haydi odun ve kömürü taşıdın onu tutuşturmak da kolay değildir. Yaş odunlar varsa kömürün kalitesizse ayrı bir derttir. Sonra ateşini canlı tutmak için arada bir demir çubukla karıştırmak, birkaç kova kömür atmak… Bununla bitse iyi. Sırada külünü temizleyip çöpe dökmek acayip bir azaptı. Kimi vakit havasızlıktan poff sesi ile insanı ürkütmesi, bazen de rüzgardan dolayı dumanın geriye tepmesi ya da etrafa kül saçması… Bazen kişi nostaljik duygularla anılara gidip dondurucu aralık akşamlarında sobanın camından ateşe bakarken hislense de cefasını, külfetini unutmamalı. Hele soğuk kış akşamlarında bir odadan bir odaya gidemeyip tek bir odaya mahkumiyet ve öğrenciyseniz o tek odada ders çalışmak apayrı bir ıstıraptı.

Soba için pek çok güzelleme yapsak bile meşakkatini düşündüğümüzde günümüz insanı onu bir nostaljik araç olarak sevmeye devam edecek. Her aracın bir ömrü vardır. Yenisi daha farklı donanımla geliyorsa insanoğlu önceleri tereddüt etmekte ancak zamanla yeni nesneye yönelebilmekte. Soba çağrışımına değişik bir bağlantı kuran Aytmatov’un Cengiz Han’a Küsen Bulut adlı eserindeki soba ve devlet benzetmesi enteresandır. Ne diyordu romancı: “Devlet bir sobadır ve yakıtı da yalnız insandır. Yakılacak insan olmazsa soba söner. Sönen, yanmayan sobanın da hiçbir yararı yoktur. Ama öte yandan bu insanlar devlet olmadan yaşayamazlar, yakan onlardır. Sobayı yanar tutmakla görevli olanlar da ona yakıt temin etmeliydiler. Her şey buna bağlı.” Yazar komünist ideolojinin çemberinden geçmesi hasebiyle sobanın zihin evrenindeki imajına ender bir benzetme getirerek devlete, yönetime dair düşündürücü bir kapı açmıştır.

Günümüzde insanoğlu en önemli ihtiyaçlarından olan ısınmayı, yemek yapmayı daha sistemli ve teknolojik araçlarla yaparak dünyadaki konforunu artırmaya çalışmakta. Eski alışkanlıklar ve araçlar bazen bir köşede kişiye gülümse bile insan etraflıca düşündüğünde o çileye kolayca adım atamamakta. İnsan nasıl bir ruhu varsa zamanın, mekanın ve nesnelerin de farklı bir ruhu vardır. Bazı araçlar da kendi zamanında ve mekanında güzel olması hasebiyle o ruhu artık serbest bırakmak gerekmez mi? 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder