4 Haziran 2015 Perşembe

Abdülmecid ORHAN



BARDAĞA DAİR

Çevremizde her gün envai çeşit bardakla karşılaşırız. Her biri farklı renk, desen, şekil, malzemeden oluşan bardağın temel işlevi sıvı tüketmek olsa da somuttan soyuta doğru bize bir anahtar olabilmektedir. Oğuzcadan alınan “bart”, su içilen kap anlamındayken buna “–ak” eki getirilmiş ve zamanla bardağa dönüşmüştür. Eskiden topraktan, taştan, porselenden imal edilen bardak; kimi bölgelerde ağaçların kesilip yontulup şekil verilmesiyle de ortaya çıkmıştır. Hatta bu minvalde “eski çamlar bardak oldu” deyimi günlük hayatta hâlâ kendine yer bulmaktadır.
Çoğunlukla aşağıdan yukarıya doğru genişleyen kalıbıyla bardağın cam olanı tercih edilmektedir.  Cam eski çağlarda Fenikeliler tarafından bulunup daha sonra Mısırlılarca daha geniş alanlarda kullanılmıştır. Camın bardak halini alması ise ancak 19. asrın ortalarını bulur. 20.asrın başında İstanbul’da ince belli çay bardağının ilk numuneleri çıkar. O günden sonra edebiyatımızda çay, bardak ve kaşık üzerine nice şiirler, hikâyeler, denemeler yazılır. Bir zamanlar pek çok yazarın, şairin elinde sigara resmini görmeye alışık olan gözlerimiz günümüzde çay bardağına rastlamaktadır. Şair Nevzat Çelik, Şafak Türküsü şiirinde “Anladım ki küllenen sigaradır / Soğuyan bir bardak çaydır benim ömrüm” derken düşündürücü, kalıcı bir imge bırakır sigara ve çayla. Küllenmek ve soğumak, hayata farklı pencereden bakan iki dize…
Bardağa ayran, su, içki, çay, meyve suyu, ilaç, zehir, zemzem vs. gibi farklı sıvıları dökerken insanın iç dünyası her birinde değişir. Susamışa bir bardak su verenin aldığı dua, eşine ince belli bardaktan sıcak bir çay uzatan kişinin sükûneti, Kâbe’de güneşin harareti altında bardaktaki zemzemi yudumlayan Müslüman’ın manen kavileşmesi, hastalık ıstırabıyla kıvranan kişinin bardaktaki şurubu içerken deva bulma ümidi, kilisede ekmek ve şarap ayininde bardaktaki şarabı içen Hıristiyan’ın hayata bakışı, düşmanının bardağına zehir koyan harisin intikam hırsı, bardak bardak içkiden sonra bir sarhoşun arabaya binmeye çalışırken ki tuhaf özgüveni, piknikçinin köftenin yanında bardaktaki ayranı içerken taşıdığı o derin keyif … Elde bir bardak var, ancak içindeki sıvıya göre değişen ruh ve kalp dünyası…
Ege tarafında Pisagor’un ilginç bir bardağı satılmaktadır. Bardağın ortasında bir çıkıntı bulunur ve içine koyduğunuz su, bu çıkıntının seviyesini geçerse bardağın altındaki deliklerden su akmaya başlar. Bardaktaki suyu içmek istiyorsanız yükseltiyi geçmemelisiniz, aksi halde “aza kanaat etmeyen, çoğu da bulamaz ”felsefesiyle baş başa kalıp aç gözlülüğünüzün yüzünüze vurulduğunu hissedersiniz. Bu bardağın başka bir ismi de, kendini bil bardağıdır. Bir ahlaki öğretinin bardakla somutlaştırılıp uygulamaya geçirilmesi saatlerce nasihat etmekten daha faydalı değil midir? Neticede tecrübe, bilginin bir adım ötesindedir.
Rivayet o ki eski zamanda bir çırak, meslek öğrensin diye verildiği bir marangozun yanında her şeyden şikayet ediyor ve işlerini adamakıllı yapmayıp ustasını canından bezdiriyordu. Ustası nice zaman sonra, çırağa bir bardak su ve bir miktar tuz alıp gelmesini söyler.  Çırak denileni yapıp gelince ustası, bir avuç tuzu bardağa döküp bunu içmesini ister. Çırak şaşkınlıkla içer. Ancak içer içmez tükürüp “Usta, bu çok acı. İçemem!” diyerek tepkisini gösterir. Usta, çırağına “Gel peşimden.” deyip çırağı peşine takarak kasabanın ilerisindeki göle götürür. Usta beş avuç tuzu göle döküp göldeki suyu içmesini ister. Çırak bir miktar su içtikten sonra usta sorar “Suyun tadını beğendin mi?”Çırak memnuniyetle ”Gölün suyu çok güzelmiş, usta” der. Ustanın “Tuzun acısını hissettin mi?” sorusuna çırak, “Hayır.” der. Usta “İşte hayattaki olumsuzluklar, birkaç avuç tuza benzer. Bir bardak kadar küçük bir gönlün varsa her sıkıntıda bunalırsın. Göl gibi geniş bir gönlün varsa hayattaki dertler o gönlün içerisinde eriyip kaybolur ” diyerek çırağına mühim bir ders verir. Eski şiirimizde bardak manası farklı elbiselerle karşımıza çıkar. Kimi dizede kadeh, kimisinde câm, kimisinde sâgar, kimisinde piyâle, kimisinde ise bâde sözcüğünü giyerek şairlerin gönül dünyalarına tercüman olur. Bazen bardak gerçek anlamıyla meyhanedeki şarap konulan kadeh iken tasavvufi manada İlahi aşk şarabının temsilidir. Misâl verirsek bâde şarap anlamında Farsça bir kelimeyken mecazi manada kadehe işaret eder. Mutasavvıflar ruhların dünyaya inmeden evvel, Rabb’in huzurunda toplandıkları meclise bezm-i elest der. Ruhlar Araf Suresi’nde haber verildiği üzere, Rab Teâla‘nın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Belâ (Evet)” karşılığını verirler. Bunun üzerine aşk bâdesi, elest bezminde içilmiştir. Ânasır alemi bedeni oluşturması nedeniyle ruhlar bu bağdan kopup İlahi aleme yani bezm-i eleste özlem duyar. Mürşidler de işte bu mana aleminden İlahi feyizler getirir. Mürşid, taliplerine ya da dervişlerine İlahi aşkın muhabbetini kadeh, bâde veya peymâne ile sunar. Şair Behiştî  o güne atıfta bulunurken şunları söyler: “ Kimdir sana ‘belî’ demeyen ey behiştî kim / Var sözlerinde râyiha-i bâde-i Elest”. Şeyyad Hamza da  tasavvufi bir ilinti kurup “Ecel tutmuş elinde bir ulu câm / Ki ol câmın içi dolu serencâm” derken İlahi aşkı şarapla, aşığın gönlünü kadehle somutlaştırır.
Bazı şairlerimiz de bardağı tasavvufi manalarla anlatmayı tercih etmez. Ziya Paşa bedeni kadehe benzetirken “Ya Râb ne eksilirdi deryâ-yı izzetinden / Peymâne-i vücûda zehr-âb dolmasaydı” diyerek hayata dair bir şikayette bulunur. Ahmet Haşim “Zannetme ki güldür, ne de lâle / Âteş doludur, tutma yanarsın / Karşında şu gülgûn piyâle” mısralarında kadehi tutmanın cesaret gerektirdiğine işaret ederken Fuzuli’nin bu alevden içtiğini ve Mecnun’un bu iksirle kendinden geçtiğini hatırlatır.
Bardak kimi zaman tüm şatafatı ve pırıltısıyla zenginliğin, gücün simgesi olur muktedirlerin masasında. Ellerinde en alımlısı, irisi, pahalısıyla zayıflara karşı sanki şeffaf bir kalkan gibi duruverir. Bardağa çarpan ışık parçacıkları bin bir renge dönüşürken hem onu elinde tutanı büyüler hem de izleyenleri farklı formatlarda tesiri altında tutar. Nice talihsizin hayalinde yer bulamayan şaşaa bardağı, güç ve ihtişamı kristalize bir biçimde nüfuzlunun önünde gururun zirvesinde ezginlere karşı kudretini takviye eder. Kişinin o esnada aklına halifeyken Ebu Bekir efendimizin iftarı gelir mi? Biraz hurma ve soğuk bir bardak su ikram edilmiştir kendisine. Birkaç yudum aldıktan sonra gözyaşlarıyla bunları bırakır. Efendimiz Hz. Muhammed ‘in (asm) dünyanın cazip bir şekilde kendini kabul ettirmeye çalışmasına rağmen yüz bulamayıp geriye dönmesini hatırlamıştır. Yanındakilerin şaşkınlığı üzerine “Ben bu bardaktaki soğuk suyu içerken dünyayı kabul edenlerden mi oldum diye ağladım.”der.
Bardak ve içindeki sıvının nevi asırlardır insanoğlu için neşe, hüzün, sevinç, keder, huzur olarak tecessüm etmekte. Bu imtihanı kaybetme ve kazanma noktasında insan kalp ve zihin bardağına daima hoş, rayihalı, hoş ve faydalı sıvıları doldurmayı bilmeli.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder